Sovyetler’de Masal Kapısını Bana Kim Açtı?

10 mins read
1
Sovyetler'de Masal Kapısını Bana Kim Açtı?

Sovyetler’de Masal Kapısını Bana Kim Açtı?

Yazan: Yücel Feyzioglu
Yücel Feyzioglu

Sovyetler Birliği’ndeki Türk yurtlarından masal derlemeye karar verdiğimde oralardan kimseyi tanımıyordum. Arkama güçlü bir dayı almadan bu işi başaramayacaktım. Türkçeye çevrilmiş kitaplarından adını sanını bildiğim birçok yazar ve şair vardı. Çevrilmeyenleri anlamak aşkı ile 1970’li yıllarda kiril alfabesini öğrenip onları da okumaya başlamıştım. Özellikle Çolpan, Abay, Muhtar Avazov, İsmail Gaspıralı, Mustafa Çokay, Abdullah Tukay, Hüseyin Cavid, Mahdum Kulu, Ahmed Cevad, Mirza Elekber Sabir, Samet Vurgun, Süleyman Rüstem, Celal Bergüşad ve Mirza İbrahimov beni etkilediler.

Bu yazıda Mirza İbrahimov’dan söz etmek istiyorum. “Gelecek Gün” adlı romanı ile bazı hikâyelerini okumuştum. Ünlü yazardı, milletvekiliydi, Asya Afrika Yazarlar Birliği Başkanlığı, eğitim bakanlığı, Sovyet Yazarlar Birliği Başkan Yardımcılığı, meclis başkanlığı yapmıştı, Nazım Hikmet’in arkadaşıydı. Meclis Başkanı iken (1956) Nazım Hikmet Baku’ya geliyor ve makamına telefon ediyor. “Günaydın,” diyor, sekreteri “Dobroye utro” diye cevap veriyor. Bir daha  “ Günaydın,” diyor,  “ Dobroye utro.”

“Mirza İbrahimov’la görüşmek istiyorum” diyor, Rusça cevap «Vy naznachite vstrechu» yani  Randevu alacaksınız”. Bizim Nazım’ın tepesi atıyor, otelden doğru meclise geliyor. Önüne geçiyorlar filan, kim tutabilir Nazım’ı, iterek içeri giriyor. Mirza İbrahimov masasında oturuyor. “Mirza, burası Türk devleti mi, yoksa Rus devleti mi?” diye öfkeyle soruyor.

“O ne sözdür Nazım, tabi ki Türk devleti.”

“O zaman bu yüce makamdan bana neden Rusça cevap veriyorlar?”

Ertesi gün Mirza İbrahimov, Karamanlı Mehmet Bey’e atfedilen Selçuklu Meclisinin kabul ettiği genelgeyi olduğu gibi yayınlıyor:  “Bu günden sonra hiç kimse divanda, dergâhta, bargâhta, mecliste ve meydanda Türkçe’den başka dil konuşmayacak! ”  Bir gün sonra da görevden alınıyor!

Ben 1982 yılında gittiğimde yine meclis başkanıydı. Önce Nizami Edebiyat Müzesine gittim. Azerbaycan’ın güzel kızları müzede rehber. “Kızlar ben Türkiye’den geliyorum” der demez bir hürmet bir hürmet, sormayın. Ben kızlara bayıldım, kızlar da bana. “Mirza İbrahimov hakkında bana bilgi verin!” Hem de istemediğim kadar bilgi bir de çok güzel bir sır verdiler.

Tam donanımlı olarak Mirza İbrahimov’un kapısını çaldım. Yanımda da Ankara’dan Folklor Araştırmaları Kurumu Başkanı İrfan Ü. Nasraddinoğlu var. Baktım Mirza İbrahimov yaşlanmış, saçları çok ağarmamış ama kaşları çatık, esmer bir adam. Yüzünden düşen bin parça. Böyle asık suratlı insanlarla karşılaşınca benim dilim tutuluyor zaten. Yardım da isteyemem. Öğrendiğim sırrı hemen ilk karşılaşmada patlattım: “Mirze muellim, eşitmişem ki gözel bir hanıma âşık olmuşsunuz!” Kahkahayı patlattı: “Eye hardan (nerden) eşittin?”

Çok sıcak bir söyleşimiz başladı. “Beni nereden bilirsiniz?” diye sordu. “Gelecek Gün” romanınızdan dedim. Gülleri açıldı, çok hoşuna gitti. Romanın bende nasıl etki yarattığını duymak istedi.

Kendisi 1911 yılında İran Azerbaycan’ı, Eva köyünde yoksul bir ailede dünyaya gelmiş. 7 yaşında babasını kaybetmiş. Baku’ya göçmüşler. Devrimle birlikte Mirza İbrahimov’un şansı açılmış, okunması gereken bütün okullarda eğitim görmüş. 2. Dünya savaşında Sovyet ordusu ile tekrar İran Azerbaycan’ına görevli olarak gitmiş. Böylece “Gelecek Gün” romanı orada doğmuş. Savaşın arifesinde ve savaşın ilk aylarında meydana gelen olaylar destansı bir anlatım ve ustalıkla romanda can bulmuş. Rıza Şah’ın ülkedeki egemenliğinin son dönemidir, Anglo-Amerikan emperyalistlerinin egemenliğine, yerel yöneticilerin keyfi ve ihanetine, yoksul köylülerin dayanılmaz yaşamına, köleliğe ve baskıya karşı verilen mücadele anlatılmaktadır. Roman kahramanı Feridun’un ideolojik evrimi, mücadeledeki kararlılık ve olgunluğu, hayatın arka planında olan olayların da inandırıcı bir şekilde anlatıldığını, Türkiye’nin de aynı mücadele içinde olduğunu anlattım.

“Di onları da sen yaz,” dedi gülümseyerek. Tam konuya girmenin sırası geldiğini düşündüm:

“Yok, o konuları yazan çok arkadaş var. Ben hiç kimsenin yazmadığı konuları yazmaya başladım. Onu ilerleteceğim,” dedim. Biraz ileri giden genç cesareti gösteriyormuşum gibi yüzüme baktı:

“Nedir o?” diye sordu.

Müslüman mahallesinde salyangoz satma tedirginliği içindeyim.

“Türkiye çocukları Batı masallarıyla, Sovyet çocukları Rus masallarıyla, Uygur çocukları Çin masallarıyla büyütülüyor. Bu çocuklar kendi kültürel kimliğini tanımazsa ne olur? Bütün Türk yurtlarından masalları toplayıp onları yazmak istiyorum. Çocuğun kendi masalı ananın ak sütü gibi helal hakkı değil mi? Yardıma ihtiyacım var.”

Bakışları değişti, duygulandı, baba şefkatiyle baktı, baktı, hiç bir şey söylemedi. Eli telefona gitti, çevirdi numarayı.

“Elçin, sana civan, dirayetli bir yazar gönderirem. Onu yahşi dinle. Ne deyirse iyi kulak as,” dedi. Telefonu kapatıp şöförünü çağırttırıp kalkarken paltomu tuttu. “Estağfurullah hocam, imkanı yok, kendim giyerim.”

“A kişi, koy bu cevan kişi senin gibi goca kişilere hörmek elesin,” dedi, gülüştük.

Ayrılırken: “Ne zaman ki biz azatlığımızı elimize alırız, siz o zaman görün biz nasıl inkişaf edeceğiz,” dedi. Bu sözleri karşısında o zamanlar çok şaşırmıştık. Çünkü Sovyet egemenliğinin yıkılacağını kimse aklının ucundan bile geçirmiyordu.

Elçin’e doğru yola çıktık. Elçin’i başka yazı/lar/da anlatacağım.

Yazı: Yücel Feyzioglu’nun izniyle yayınlanmıştır.

 

FİKRİKADİM

The ancient idea tries to provide the most accurate information to its readers in all the content it publishes.