/

KAYBEDİŞ: İnsan bir akıl varlığıdır

18 mins read
KAYBEDİŞ: İnsan bir akıl varlığıdır

KAYBEDİŞ: İnsan bir akıl varlığıdır

Kutsal ile iletişim kurduran bir anlamlandırma mercii olarak aklın ilahi, dini zeminden çekilip alınması modern insanın ruhsal yaşantısında anlam boşlukları oluşturdu. Birey içsel boşluktan yükselen seslerin kendisine mi, kötücül ya da iyicil güçlere mi, şeytana mı meleğe mi, tanrıya mı ait olduğunu bilememe çaresizliği içinde kaldı. 

O çok sesli koronun içinde yaratıcının ona yaratılış amacını fısıldayan en derinlerdeki sesini duymamaya başladı. Zor olan O’nun sesine kulak vermek! Sesindeki renk, sözündeki anlam kayboldu. Anlam verebilme istidadı ile yaratılmış insanın yaşam amacı elinden kayıp gitti. Mutlak anlam boşlukları kişiyi sonunda ruhsal hastalıklara, daha da trajik olanı intiharlara sürükledi. 

İnsan bir akıl varlığıdır. Ancak bu akıl ilahi olana namzet, ilahi ilhama mazhar değilse kişiye ait bir özellik olarak, kendi bireyselliğine yapışık kalmaya mahkumdur. Tanrı’ya uzanan kabloların kesilmesi durumu, akli olarak üretilen değerlerin kişinin sadece kendisini bağlaması sonucuna götürür. 

Dolayısıyla akli olarak üretilen değerlerin ortaklığına, ortak hakikat olduğuna dair elimizde hiçbir kesin bilgi mevcut değildir. Farklı biyolojik yapılardan farklı bireyler doğacağına göre, birinin aklıyla bir diğerinin aklının kesiştiği yerleri kesin olarak bilmemiz mümkün değildir. Ancak ortak akli değerlerimizin olduğunu varsayabiliriz. Modern felsefeyle birlikte, akıl/duygu, ben/ben olmayan arasında aşılamaz bir uçurum oluşturulmuştur. Modern felsefe-biliminin bu tutumunun köklerini Aristoteles’e kadar geri götürebiliyoruz.

Aristoteles’e göre varlığın kanunları ile zihnin kanunları arasında tam bir uyum söz konusu idi, varlık kanunlarını zihnimize dikte ediyordu. Aristoteles, bizi çevreleyen somut gerçeklikler dünyasında, bilkuvve (potansiyel) halden bilfiil (kinetik) hale geçerek görünürler dünyasında tezahür eden tikel varlıkların bilgisini, zihnimizde onların kavramlarına dair sahip olduğumuz bilgilerle, bağlayarak, veya ayırıp birleştirerek, sınıflayarak, kategorize edilmiş varlığı hem tikelde, hem de tümelde bir bütün olarak açıklayabileceğimizi ileri sürmüştür. 

Aristoteles bu tutumuyla doğa bilimlerinin gelişmesine olanak sağlamak ile beraber, düşünceyi duygunun, ve vahyin dışına çekerek aklın emrine vermiştir. Bundan böyle felsefe insanın yaşamını anlamlı kılmak için başvurulan bir uğraş bir araştırma, bir yaşam ustalığı olmaktan çıkmış, mantık kuralları dahilinde bilgiyi araştıran bir kurum haline dönmüştür.

Aristoteles’in akıl ile duygu arasında açtığı bu uçurum doğa bilimlerinin gelişmesi -ve yine- Aristoteles’in ‘her var olanın kendisinin olanaklı en iyi durumuna yönelmesi’ anlamına gelen ‘ereksellik’ in de modern felsefeden atılması ile yaşayan doğa Terra Madre, cansız, amaçsız nesneler yığınına Terra Nullius’a dönüşmüştür. Galileo ile kilise arasındaki anlaşmazlık, dünyanın güneş etrafında dönmesi ile ilgili olmayıp bu konuda gelişmiştir.  

Kartezyen dünya tasarımı ile her şey çift kutuplu olarak -insan-doğa, akıl-iman, beden-ruh, bilim-din gibi uzlaşmaz zıtlıklar şeklinde insan zihninde değişime uğradı. Descartes’in res-cogitans-res extansa dualitesinde, varlık öznenin düşünme olanaklarına bağımlı kılınmış, zihne hapsedilmiş, varlık öznede tutuklu kalmıştır. “Bilgime konu olmayacak, zihnimde değerlendirmediğim hiçbir şeyin varoluş değeri yoktur.” Bu düşünce ile canlı varlık kavramı felsefesinden tamamen kovulmuş, onun yerine mükemmel işlemesi gereken bir makine olarak insan zihninin üstüne katlanabilen, refleksif düşünebilme yetisinin (cogito) ürettiği akli bir bilgiye dönüştürülmüştür. 

İslam felsefe dünyasında Gazzali ile tanıdığımız aklilik çizgisi İslam’ın batısında Endülüs’e (İspanya) İbn Rüşd’e kadar varmış 1200′ lerin ikinci yarısında Güney Avrupa’ya Averoizm adı altında yayılmıştır. Bu akımın etkilediği filozoflar sezgisel bilgi yerine akli bilgiye önem vermişlerdir. Bu çizginin son büyük mirasçısı ise Descartes’ tir.

Yeniçağ felsefesinde akliliğin dayandığı temel matematik olmuştur. Dindar filozoflar matematiği hep ilahi bir temele yerleştirmişlerdir. Bunun örneklerini Pythagoras’ dan beri görebiliyoruz. Evrendeki oranı matematiksel olarak açıklamak büyük bir keşiftir. Galileo bu konuda şöyle der: “İki türlü vahiy vardır: Birisi Kitab-ı Mukaddes, ötekisi ise matematiktir.” Dindar bir bilim adamı ve filozof olarak nitelediğimiz Einstein ise matematiği, aksiyom sisteminin içerisindeki mükemmelliğini göz önünde bulundurarak ‘mükemmel’ olduğunu ifade etmiştir. Aksiyom, kendisi kanıtlanamayan fakat kanıtlanabilir cinsten inançların üzerinden üretildiği temel önermeye ya da temel inanca denir. Felsefede hiç açık vermeyen tutarlılıkta kurulan sistemlerin mükemmelliğini -Platon’da bu mükemmellik zirve yapmıştır-, matematiğin aksiyomatik özelliğine borçluyuz. Aksiyoma bağlı kalınarak sistemin içerisinde mükemmelliğe ulaşılabilinir, aksiyomlar değiştiğinde ise sistem de buna uygun olarak değiştirilebilir. Bu kanıtlanamaz ya da kanıtlanması beklenmeyen türde temel inançlara dinde ‘iman’, geometride ‘postulat’ denir. Ve böylece Yeniçağ’ da da görelilikten bizi kurtaracak bir ifade aracı olarak ‘yaratılış’ fikri yerine matematik konur.

Dünyayı ‘akıl’ ile kavrama imkanımızı, aklın mükemmellik idesinde ve mantık yapısında karşılıklı içerilmiş matematik imkanıyla yapabiliyoruz. Düşünen “ben” öznelerinin ortaklığı bu şekilde sağlanıyor. Aklilik, özneler arası ortaklığın dayandığı temeldir.

Gel gelelim, ‘Mükemmellik’ idesinin ve aynı zamanda ‘mantık’ ve ‘matematik’ yapısının karşılığını biz doğada bulamıyoruz. Bunlar bizim zihnimize apriori (deney öncesi/doğuştan) yerleştirilmiş öğelerdir. Bunu yapan da bizzat tanrının kendisidir. Bu istidad sayesindedir ki Sokrates, hiç matematik görmemiş bir köleye geometri problemini çözdürebilmiş, aynı şekilde Einstein deney dünyasının kuşatıcı bilgisini deney dünyasına başvurmadan bir tomar kağıt ve bir kurşun kalemle elde edebilmişti.

Kesin ve apaçık doğrulara ulaşma yolunda, şüphenin en son aşamasında artık “şüphe ettiğimden de şüphe edemem” diyen, kendi öznesini karşısında kendi düşüncesinin üzerine katlayan Descartes “cogito ergo sum” diyerek, varlığı komple düşünmeye, düşünen özneye bağlamıştır. Peki sonrasında ‘Ben’, evrenin bu dağınık görünümünü zihninde nasıl düzene sokuyor, nasıl düzenliyordu?  Neden-etki, sebep-sonuç bağını evrenin bu dağınık olay ve olgular bütününden nasıl elde edebiliyordu? Peki ya ben ve ben-olmayan birlikte dünyayı nasıl inşa edebiliyordu? 

İşte Descartes bütünü ben ve ben-dışı olarak böler, ve kendi benini karşısına koyarak araştırmaya, analiz etmeye çalışır. Descartes’in ben‘den yola çıkarak kendini bulmaya ve dünyasını inşa etmeye çalışmasına Descartes’ten sonra ‘ben analizi‘ adı verilir. Ben’ini son parçasına kadar bölerek, ayıklayarak, sökerek ve bu sökmede yöntem olarak şüpheye başvurarak zorlu bir serüvene girişir. Yalnız buradaki şüphe psişik bir güvensizliği ifade eden şüphe değil, bilakis belki de o güne kadar edinilmiş tüm kabullere meydan okuyan lojik/metodik bir şüphedir. Felsefe zaten bu mantıksal şüpheyle iş görür. 

“Her şeyden şüphe ediyorum,” der Descartes: “Bütün ahlak değerlerinden, Tanrı’nın varlığından, bildiklerimden, kendimden, görüp görmediğimden ve herşeyden… İşte tüm bu şüphelerin arasında gerçek olan tek bir şey var, o da şüphe ettiğimdir.” der Descartes: ‘Şüphe ettiğimden şüphe edemem’. Şüphe ettiğinden şüphe etmek bir paradokstur, bir mantık hatasıdır, abestir. Böylece kendini yıkarak yeniden inşa edecek temele ulaşabilir. 

İşte böylece değerlendiren ben (ego) ile değerlendirilen ben-dışı’ nı (non ego) bölerek doğayı nesneleştiren, ötekileştiren modern akıl, bilimin ona verdiği güvenle evrensel, mutlak, değişmez yasalara ulaşabileceği arzusuna kapıldı. Bu iddia aynı zamanda aynı aklın doğayı ve toplumu ve insan yaşamını da dönüştürebileceği, insanı da nesneleştirebileceği sanrısını yarattı. Böylece bu iyimser rasyonellik, zamanla siyasal ve hiyerarşik bir tahakküm aracına dönüştürüldü. İlkin doğanın iradesiz bir araca dönüştürülmesi sonrasında insanın amaç olmaktan çıkarılıp araca dönüştürülmesi ile sonuçlandı. Aynı anlayış ile modern insan kendisini gerçek olmayan bir mutlaklığın, evrenin merkezine oturtarak teknolojiyi doğayla mücadele, hükmetme aracı olarak inşa etti. 

Daha da ileri gidip mutlak ve evrensel iyiyi temsil etme iddiası ile kendi hayat şekline uymayan toplumları ilkel, çağdışı ve geri kalmış toplumlar olarak adlandırdı. Ötekine yaptığı yolculuklar, bir anlama, idrak ve keşif çabasından çok, öteki hakkında malumat toplayıp onu kendi standardizasyonuna çekebilmek, dönüştürmek amacı güder. Hegel’in deyimiyle bu keşifler ötekini “Ben’leştirmek” harekatlarıdır. Amaç insana hizmet değil, insan emeğinden ve pazarından kar elde etmektir. Doğayı efendisinin, insanın hizmetine sunarak karlılık adı altında hazların pazarlanmasıdır.  

17. yy’da insan rasyonel aklına hapsedilen dünya aynı ‘keşiflerle’ birlikte ötekini köleleştirme, köleleştiremediklerini soykırımlarla, savaşlarla, asimilasyon politikaları ile yok etme, ve 20. yy’a gelindiğinde ise iki dünya savaşıyla birlikte dünyanın kan gölüne dönmesi ile sonuçlanır. Bu düzlemde kölelik bile, insan haklarına gösterilen bir saygıdan dolayı değil, masraflı olmasından  kaldırıldı. Yerli halkları aşağılık olarak ilan eden ve apartheid’ı yaratan aynı dünya görüşü değişikliği, böylece Dünya’yı ölü olarak ilan etti, Eco Apartheid yanılsaması yoluyla insanlarla dünya arasında engeller yarattı. Dünyanın ölü atıl madde olduğu şeklindeki yanlış varsayım, canlı, biyolojik çeşitliliğe sahip canlı dünyayı yok etti ve onu verimsiz ve savurgan bir şirket, endüstriyel sistem ve endüstriyel kirlilik havuzu için bir “hammadde” madeni haline getirdi.

İnsanlar arasında hiyerarşiler yaratan ve insanlığı ırk, cinsiyet, din, sınıf temelinde bölen dünya görüşü, aynı zamanda canlıları kendi çıkarları uğruna ötekileştirip, sahip olunacak ve manipüle edilecek nesneler olarak davranan sahte insan merkezcilik kendi deyimleri ile filantropistler yarattı.  

Not: yazının devamı yayınlanacaktır

Ahmet Turan Esin

-He is interested in theology, mysticism and philosophy. He publishes his writings on fikrikadim.com. He gives seminars and lectures.

-İlahiyat, tasavvuf ve felsefeyle ilgilenir. Yazılarını fikrikadim.com'da yayınlar. Seminer ve dersler verir.-