/

Ben – Ben Olmayan – Öteki!

13 mins read
Ben - Ben Olmayan - Öteki!

Ben – Ben Olmayan – Öteki!

İşte çoğu zaman bir tahakküm aracına dönüştürülen Ötekilik kavramı. Peki bu ikiye yarılmışlık, bu bölünmüşlük nerede birleşir, nasıl yeniden birliğe kavuşturulur veya birleşmeli midir?

İnsan zihninde  ‘Ben’ ile ‘ben-olmayan’; eski çağ felsefesinden günümüze önemli bir yer işgal eder. Ortaçağ felsefesinde ben ve ben-olmayan bağlantısı tanrı ile ilişkisi açısından ele alınır ve genel olarak tanrının üzerinden ben olmayanlara bağlanır. Aziz Augustinus bu bağlantıyı şöyle dile getirir: “Tanrı’yı bilen her şeyi bilir.” Galileo ile birlikte ben-olmayan ben den ayrılarak, ben, ben-olmayanın zorunlu parçası haline gelir. Bu zorunluluk ben olmayanın ben tarafından bilinmesi, kavranması zorunluluğudur.   

17. Yüzyılda Descartes’in Kartezyen Dünya tasarımı ile başlayan bu ikilik (dualite) daha sonra, res cogitans’ı (düşünen varlık) esas alan maneviyatçı (spiritüailst) felsefe akımları ile res extensa‘ yı (düşünülen varlık) esas alan maddeci (materyalist) felsefe akımları arasında büyük bir mücadeleye dönüşmüştür.

İlkel/Arkaik insan için ise kozmosun içindeki her bir öğe kutsallığın değişik bir tezahürüdür. Galileo ile başlayan doğayı cansız nesneler yığınına dönüştüren modern paradigmanın tersine ilkel ya da dindar insan doğayı tanrısal gücün bir ifşası olarak canlı görmektedir: Kozmos, parçaları bilinçli hareket eden canlı bir bütündür. Modern paradigmanın doğayı kutsallıktan arındırıp, cansız nesneler yığınına dönüştürerek, doğayı üzerinden sadece verim/ kar elde etme aracı olarak konumlandırması dehşetli yıkımlara yol açmıştır demiştik. Oysa ki doğayı kutsalın değişik veçheleri olarak gören dindar insan doğaya saygıyla yaklaşıp, ilahi kozmik dengenin devamını sağlamaya çalışacaktır. Doğa bileşenlerindeki bu kozmik bilinç Kuran’ da hayret ve hayranlık duyulacak şekilde ifade edilmiştir: 

” Biz emaneti göklere, yerküreye ve dağlara teklif ettik, ama onlar bunu yüklenmek istemediler, ondan korktular ve onu insan yüklendi. Kuşkusuz insan çok zalim, çok bilgisizdir.” (Ahzab suresi, ayet 72)

Kuran’ın çoğu ayetinde Allah yarattığı şeyler üzerine and içerek adeta dağı, güneşi, ayı, gece ve gündüzü kendi yaratıcı gücünün şahidi olarak ilan etmiştir.  

Yine Kuran’da, doğanın içinde olup aynı zamanda doğaya aşkın olan, doğaüstü bir işleyişe karşı insanda hayret ve hayranlık uyandırmaya çalışan, dahası kutsala, ilahi olana ilişkin işaretleri bu kozmik süreçlerden çıkarmamızı, ibret almamızı isteyen bir yaratıcı kudret ile karşılaşırız. O kendini arayana şifreleri, bu yeryüzü parçalarına, yerleştirmiştir. Dindar insan kendini bu şifreleri çözmeye adamış insandır. Homo Religios, bu şifreleri çözdükçe tanrısal olana yaklaşacak, dahası bu kutsallığa katılarak kendi varlığını da aşkın bir varoluşa dönüştürecek, giderek yaradanına benzeyecektir.

Ortaçağ Hıristiyan dünyasına kadar olan süreçte insanın doğa karşıtlığı söz konusu değildi. Klasik Grek dünyasına baktığımızda insanın evi, içinde yaşadığı kozmosdur. Doğayla baş etmek, egemenlik altına alma adına değildir. Sadece doğayla uyum içinde yaşamak derdinde olan insanın kozmosdan ayrı bir varoluş düşünmediğini gösterir. Çünkü insan kozmos parçalarını mitolojik anlatımların gösterdiği şekilde tanrıların güçleri veya somutlaşmanın giderek ağır bastığı dönemlerde yaratıcının bir tezahürü olarak görür. 

Platon’a göre Kozmos daimonlarla dolu idi! Evren Platon’da, mutlak iyi ideasının bir tezahürüydü. İnsanda bulunan akıl, kozmosun da aklıydı (Herakleitos / logos). Çatışmanın, kaosun olduğu ortam ancak hazların, arzuların logos’daki ölçüye (akla) uyulmadığında ortaya çıkıyordu. Logos, tanrıların dahi uyması gereken evrensel bir ölçü idi.

Logos Legein’den gelir. Kökündeki ‘leg’ kavramak, seçmek anlamında olan legein, ilk anlamıyla derlemek, toplamak olarak kullanılır. Birinci tekil şahıs hali ‘lego’dur.  Legein Yunanca’da zamanla ‘okumak’ anlamına gelir. Okuduğumuz şey ise ‘söz’ dür. Söz, anlam içeren, anlam taşıyan bir değerdir. Bu nedenledir ki söz’ün emanet edildiği insan hem anlamlı hem de anlam atfedici bir varlıktır.

Logos (evrensel akıl, yasa) felsefe tarihi boyunca, doğa yasası, tanrısal yasa, tanrı sözü, veya düşünme yasaları şeklinde, kimi zaman bizzat doğanın içinde, kimi zaman doğayı yöneten ama onun da üstünde olan ilahi bir yasaya, kimi zaman bizzat Tanrı’ya (hatta hıristiyanlıkta Tanrının kendisi), kimi zaman da insan aklının ortak düşünme yasalarına dönüştürülerek genel, evrensel bir yasama kavramı olarak kullanılagelmiştir. 

İslam felsefesinde ise söz, kelime, kelam bizzat Allah’ın yaratma eylemidir. Her şeyin içindeki “KÜN!” emri hem varlık bahşedenin, hem de varolanın varlığa gelirken pay aldığı ideanın, melekutun, ilahi modellerinin (arketip), varlık köklerinin sahibinin de ‘O’ olması anlamına gelir. Yasin Suresi 82. Ayette bu yaratma eylemi şu şekilde ifade edilmiştir:

“Bir şeyi dilediği zaman, O’nun emri o şeye ancak “Ol!” demektir. O da hemen oluverir.”  (Yasin suresi, ayet 82) 

Aynı zamanda anlam bildiren değer olarak söz, Tanrı’nın insana bağışıdır. 

İnsanın kozmosun içinde ve kozmosla uyum içinde yaşaması gerektiği anlayışı Aristoteles ve Stoa felsefesinde de devam etmiştir. Ortaçağ Hıristiyan dünyasında ise insanın asıl anayurdunun burası olmadığı, günahkar doğası sebebiyle düşmüş olduğu yeryüzü sahnesinin iyi ve kötünün çatışma sahnesi olduğu, bu çatışmanın sonucunda ceza ve ödülün verileceği başka bir dünya olduğunun altı çizilmiş, insanın aidiyetlik duygusu zaafa uğrayarak, insan doğaya yabancılaşmıştır. Artık insan, bu dünyada ana yurduna dönmeyi bekler şekilde bir sürgündedir. 

Bu bir anlamda İslam dünyasında da geçerli bir anlayıştır ancak içerik olarak farklıdır. İnsanın yeryüzüne cennetten ilk günahla düşmüş olması ona Allah’ın, Rahman ve Rahim sıfatlarına mazhar olabilmesi için sunulmuş bir ihsan olarak görülür. Adem, cennetteki yasak meyveyi yiyerek kendini tanıma istidadına sahip olur. Bilinçsiz durumdan bilinçli duruma geçmesi için bu düşüş gereklidir. İnsanın kendini bilmesine bilinç denir. Kendini düşünen benin kendisini bilmesine ise bilincin bilinci olarak öz-bilinç denir. Adem’in çıplak olduğunu anlaması bakışını kendisine yöneltmesi anlamına gelir. Utanma duygusu ile onun hayvanlardan farklı olarak varoluşuna ‘etik’ bir boyut katılır. Kendini bilmesi ve bilincine ulaşması artık ona günah olarak fatura edilir. Bu nokta esasında özgürlüğünün başladığı noktadır. İnsan artık kendini taşımakla yükümlüdür. Yabancılaşma ile, Adem eski alıştığı dünyadan çıkarılır yeni bir dünyada erginlenir. Adem’in cennetten yeryüzüne sürgünü erginlenme aşamasıdır.  

Modern felsefe ise insanın potansiyelini kısıtlayarak tüm doğruların, mutlak ve değişmez ölçülerin tek kaynağının insanın zihni olduğu görüşü ile dünyayı ve yine insan düşünüşünü, birbirine karşıt, birbirinden farklı, karşıtların birbirine tahakküm, birbiriyle çatışma halinde olduğu bir alana dönüştürmüştür.

Yazı devam edecektir….

Ahmet Turan Esin

-He is interested in theology, mysticism and philosophy. He publishes his writings on fikrikadim.com. He gives seminars and lectures.

-İlahiyat, tasavvuf ve felsefeyle ilgilenir. Yazılarını fikrikadim.com'da yayınlar. Seminer ve dersler verir.-