/

Ben ve Öteki ilişkisi

13 mins read
Ben ve Öteki ilişkisi

Ben ve Öteki ilişkisi, daha doğrusu gerilimi varoluşçu felsefeye de taşınmış ve Levinas’ a kadar gelmiştir.

Aslında modern felsefedeki öznenin dünyaya ben merkezli bakışı, hristiyanlığın ilk büyük düşünürü Aziz ile başlar. Pagan bir baba ve koyu katolik bir annenin oğlu olarak dünyaya gelen filozof, dur durak bilmeyen bir hakikat araştırıcısıdır. 28 yaşında evinin bahçesinde derin bir tefekkür halindeyken bir çocuk sesinin ‘Al oku, al oku’ demesiyle kutsal kitabı açar ve okuduğu ayeti bir uyarı olarak görüp tanrı yoluna girer. Okuduğu ayet şöyledir: “Git, varını yoğunu sat, yoksullara ver, göklerdeki hazine senin olacaktır; haydi gel, beni izle.” 

O güne kadar hakikat arayışında önüne çıkan Manicilik, Cicero, Platon ve Şüphecilik gibi öğretilerle yolunu bulmaya çalışmış ancak hiçbiri onu tatmin edememiştir. O gün iman doğumunun gerçekleşmesiyle kendini tamamen hristiyanlık yolunda Tanrı’ya adayacaktır. 

Augustinus Credo dut intelligam, yani Anlamak için inanıyorum! sözüyle Ortaçağ hristiyan felsefesini, teolojinin hizmetine sunmuştur. Yine ona  göre Tanrı’nın âşkın özelliği bulunmasına rağmen, Tanrı’ya giden yol bizim içimizden geçer. Biz Tanrı’ya içten gideriz, Tanrı bize içten gelir. Biz onu ruhumuzla bilebiliriz. 

Şöyle seslenir Rabbine: “Sen benim için ne anlam ifade ediyorsun, n’olur bütün bağışlayıcılığınla söyle Rab Tanrım. Ruhuma şunu söyle: “Senin kurtuluşun benim!” Bu sesin ardından koşacağım ve seni bulacağım. ” Bu ilk kez birinci tekil şahsın hakikatin temsilciliğine yükseltilişidir.

Augustinus ‘İtiraflar’ adlı eseriyle yalnızca felsefede değil, Batı Edebiyatı’nda da çığır açıcı bir şahsiyettir. Augustinus ‘İtiraflar’ eserinde günahların itirafı geleneğini başlatmıştır. Eser, baştan sona bir günahkarın tövbe gözyaşlarıdır. Onun başlattığı bu gelenek daha sonra iç hesaplaşmaların itirafı olarak, Batı Edebiyatı ve felsefe geleneğinde çok önemli bir yer işgal eder. Hakikatlerin taşıyıcı gücü olarak birinci tekil şahsın inşası ve bireyin iç dünyasında arayışlarını, çalkantılarını itiraf etme geleneği buradan varoluşçu felsefenin temsilcileri Pascal, Nietzsche, Sarter, Kierkegaard’a kadar uzanmıştır. 

Augustinus’a göre itiraf etmek bir arayışın, hakikat arayışının ve aynı zamanda günahkar bir insanın Tanrı’ya yakararak af dileme ihtiyacının dışa vurumudur. Tanrı’nın sevgisini kazanmayı ve günahlarının bağışlanmasını dileyen Augustinus, İtiraflar’ ın 1. kitap 5. bölümünde O’na şöyle yakarır:

“Kim sende huzur bulmamı sağlayacak? Seni benim kalbime kim getirecek, kim bu kalbi mest edip yaptığım kötülükleri bana unutturabilecek ve seni biricik iyiliğim olarak kucaklamama neden olacak? Benim için anlamın ne? Merhamet et ki konuşabileyim. Ben senin için neyim ki bana seni sevmemi buyuruyorsun, ben kimim ki seni sevmezsem, bana kızıyorsun ve beni büyük acılara salacağını söyleyip tehdit ediyorsun.? Zaten seni sevmiyorsam, bu az bir acı mı? Vah bana!”

Yine Augustinus, De Civitate Dei (Tanrı’nın Şehri) adlı eserinde Tanrı’nın evreni ve insan topluluklarını belli bir amaca göre yönlendirdiğini, dünya sahnesinin iyi ile kötü arasındaki savaşımın sahnesi olduğunu ve nihai zaferin Tanrı’nın olacağını belirtmekle batı tarihselliğinin ilerlemeci tarih anlayışının temellerini attığını, özellikle Hegel’in ‘Mutlak İyi’nin kendini tarihte açımlaması fikrinin esin kaynağı olduğunu görmekteyiz. Böylece Hegel, ‘Mutlak Tin’in merkezinin yaşadığı dönem itibariyle Avrupa’da olduğunu söylemesiyle, Avrupa’yı öteki üzerindeki tahakküm etme, ötekini kendine göre biçimlendirme etkinliğinin de zihinsel arka planını oluşturmuş oldu. 

Hegel’in inanç dolu iyimserliği ile ifade ettiği Sonsuz’un manevi dönüşümleri tarihte, ‘çağ dışı’ toplumların maddi zenginliklerinin ve kültürel arka planlarının tarumar edilmesiyle tezahür etti.

Varoluşçuluk; öncesinde insanın belirlenmiş bir özünün bulunmadığı ve varoluşun özden önce geldiği, çevresiyle etkileşim içinde ve bulunduğu olanaklar, karşısına çıkan olasılıklarla yaptığı seçimler sonucunda varoluşunun etkinlik kazandığını, bu etkinlik içinde kendisini gerçekleştirdiğini söyleyen felsefe görüşlerinin ortak adıdır.

İki dünya savaşının yaşandığı dönemde, özellikle 1930 lardan sonra yaygınlık kazanan bu akımın en önemli temsilcisi Jean Paul Sartre’ dır. 

Sartre’ın ifadesiyle varoluşçuluk: 

“Felsefe terimleri ile anlatmak istersek diyebiliriz ki, her nesnenin bir varoluşu ve bir de özü vardır. Öz, bir nesnenin özelliklerinin değişmez bir bütünüdür. Varoluş ise evrenin içinde gerçek olarak bulunuşudur. Birçok kimse, özün önce, varoluşun sonra geldiğine inanır; bu fikir, dinsel düşünceden ileri gelir; gerçekten, ev yaptırmak isteyen bir kimsenin, ne biçim bir ev yaptıracağını bilmesi gerekir. Burada öz varoluştan önce gelir. 
Bunun gibi insanı Tanrı’nın yarattığını inanan kimseler de böyle düşünerek, Tanrı’nın bu işi, haklarında daha önceden sahip olduğu fikirlere bakarak yapacağı sonucuna varırlar. Tanrı’ya inanmayanlar ise aynı etkiden kurtulamayarak, bir nesnenin ancak kendi fikirleri ile uygun düşmesi durumunda var olabileceğini ileri sürerler.”1

Bütün 18.yy. insan doğası denen, herkeste ortaklaşa bulunan bir özün varlığına inanmıştır. Varoluşçuluğa göre ise insanda (ve sadece insanda) varoluş özden önce gelir. Bu kısaca şu anlama geliyor; önce insan vardır, şu ya da bu olması daha sonra gelir.” 

Bu nedenle insanı Tanrı olarak putlaştıran bir hümanizm ideolojisi ortaya çıkmıştır. Bu, dünya ve doğayı yok etmek anlamına gelse de, “insanların yaptığı her şey kabul edilebilir” anlayışının köküdür. Ayrıca, bazı insanlar diğerlerinden daha fazla insan olarak kabul edilir, bu nedenle istediklerini yapmak için daha fazla güce sahiptirler. George Orwell’in Hayvan Çiftliği’nde dediği gibi: “Bütün hayvanlar eşittir, ancak bazı hayvanlar diğerlerinden daha eşittir.”

Varoluşçuluk akımı ikiye ayrılır: Tanrıtanımaz, ateist varoluşçuluk, ve dindar/Hristiyan varoluşçuluğu. Ateist varoluşçuluğun temsilcisi Jean Paul Sartre, Hıristiyani varoluşçuluğunki ise Soren Kierkegaard‘dır. Bu felsefi akıma göre insan içinde bulunduğu olanakların ve tarihsel, toplumsal koşulların içinde iradi olarak yaptığı seçimlerle anlamı kavranabilecek bir bütündür. 

Dünyanın komple bir mayın tarlası olduğu, insan olmanın onurunun hiçe sayıldığı, kibrin yükselen dağları arasında bir kayboluştu yaşam. Tanrı’nın mutlak varlığı belirsizleşmiş, gittikçe görünmez hale gelmişti. Bu yaşananlar iyiye doğru gidişin bir ön bedeli mi yoksa birikmiş günahların cezası mı idi?

Varoluş felsefesi, tüm yıkım, bayağılık, vahşet ve kayıptan sonra dünyanın tam bir mayın tarlasına dönüştüğü ve insanlık onurunun tüm anlamlarıyla birlikte yitirildiği bir zaman diliminde belirsizliğe ve saçmalığa haykırılan bir ağıt gibidir. İkinci Dünya Savaşı’ nın sonucu, insanlar, kibir dağlarının havaya uçmasıyla geride kalan bir anlamsızlık içinde yaşadılar. Gittikçe daha görünmez hale gelen Tanrı’nın mutlak varlığının belirsizliğini soludular. Bu yıkım gelecekteki refah için mi yoksa insanlığın birikmiş günahları için ödenen bir bedel miydi?

Yazı devam edecektir.

1- Jean-Paul, Sartre. “Existentialism is a Humanism.” (1996).

Ahmet Turan Esin

-He is interested in theology, mysticism and philosophy. He publishes his writings on fikrikadim.com. He gives seminars and lectures.

-İlahiyat, tasavvuf ve felsefeyle ilgilenir. Yazılarını fikrikadim.com'da yayınlar. Seminer ve dersler verir.-