Eski Aile Düzeni ve Kaybolan Örflerimiz

13 mins read
Eski Aile Düzeni ve Kaybolan Örflerimiz

Eski Aile Düzeni ve Kaybolan Örflerimiz

Eskiden aileler tamamen pederşahi yapıdaydı. Baba evin direğidir. Dede varsa onun dediği olur. Gelin aynı eve gelir, ayrı evde oturulmazdı. Bir evde birden fazla gelin olabilirdi. Gelinlerin idaresi ise kaynanaya aitti. Gelinlerin ihtiyaçlarını almak, barışı sağlamak onun işi idi. Genellikle hiçbir kavga ve sürtüşme de olmazdı. Baba bu işlere karışmazdı. Anne, çocuklar, gelinler babaya çok hürmetkârdırlar. Lâfının üzerine lâf konulmazdı. Çok büyük bir geçimsizlik olursa o zaman ayrı bir ev tutulurdu.

Eski Aile Düzeni ve Kaybolan ÖrflerimizEvin anası ölürse en büyük gelin evin iç işlerine bakardı. Bir gelin var ise gelin ananın işlerine bakardı. Kayın baba ölürse, büyük oğlan onun vazifelerini üzerine alırdı. Aynı evi paylaşmanın hem iktisadî, hem de töre yönü vardır. 1930’lu yıllarda, evler şimdiki gibi büyük ve sağlam değildi. Herkesin bir odası yoktu. Evin bir odası misafir odası olarak ayrılır orası hep kapalı kalırdı.

Karyola henüz her evde yoktu ve yün döşeklerinden yapma yer yataklarında yatılırdı. Düğünlerde yeni evli çiftlere “Allah bir yastıkta kocatsın.” Diye temennide bulunurdu. Çünkü karı koca bugünkü gibi ayrı yastıklarda değil, halis yünle doldurulmuş olan tek ve uzunca bir yastıkta yatarlardı. Anne ve baba mutfakta, çocuklar ise diğer odada yatardı. Evin oda sayısı yeterli değilse yatmak için aynı oda kullanılır, sabah kalkınca yatak ve yorganlar toplanarak yüklüğe yerleştirilirdi.

Öbür odada bir dolap daha bulunur, buraya takımlar ve diğer eşyalar konurdu. Yüklük ile tavan arasındaki 60×70 santimlik boşluk, raf gibiydi. Buraya kullanılmayan tencereler konurdu. Meşhur Ordu meyvelerinin güzelleri de buraya dizilir, odaya hem güzel bir koku verir, hem de güzel bir manzara oluştururdu. Ocağın iki yanında ana ve babaya ait birer yer minderi bulunurdu. Odanın pencereli kısmında ise, boydan boya sedir yer alırdı.

Evde şimdiki gibi modern sandalye, koltuk, mobilya, halı yoktu. Gıcırdayan ahşap sandalye, sedir denilen tahtadan divanlar, kalın ve geniş, içi yün dolu minderler vardı. Eski giysilerden kalan atıklarla yamalık ipliği elde edilirdi. Bu yamalık ipliğinden bir metre eninde 4-5 metre uzunluğunda kanat kilimi denilen kilimler yapılırdı. Evlere halı yerine bu kilimler serilirdi. Kilimler kirlendikçe ata eşeğe yüklenip, dereye götürülür, “patak” denilen ağaç sopalarla ıslatılıp, “pat, pat” diye döverek yıkarlardı. 

Eskiden elektrik yoktu. Gaz lambaları ile kandil lambaları vardı. Çok zenginlerde lüks lambaları da vardı. Akşam erkenden yatılırdı. Dersler gündüzden yapılırdı. Ay ışığı olduğunda evin önünde, harmanda oturulur şarkı türküler maniler söylenirdi.

Karadeniz’de çocukluğun en güzel lezzet anılarını hamsili pilav ve kaygana süslerdi. Hasta ziyaretine eli boş gidilmezdi. En fakiri kaygana denilen börekle ya da yufka böreği ile giderlerdi. Düğünlerde düğün sahibine yardım etmek adettendi. İneği olanlar bakraçlarla süt, atı olanlar odun, kızlar ise su getirirlerdi. Kadınlar toplanır, pancar sarması yaparlar, su böreği , baklavalar açarlar düğüne tam hazırlıklı başlanırdı.

Araçlar pek azdı, yol yoktu. Eskiden zenginlerin atları ve orta hallilerin eşekleri vardı. Çok fakirlerin atı ve eşeği yoktu. O günkü şartlarda bu hayvanlara ihtiyaçta fazlaydı. Ücret karşılığı çalışan hayvan sahipleri mahallelinin köylünün işini görüyorlardı.

Hacılığa gidecekler, askere gidecekler, başka illere okumaya gidecekler mahalleyi gezerler herkesten helallik isterlerdi. Mahalleli de azdan çoktan askere giden, okumaya gidenlere yardımlar yaparlardı.

Eskiden şimdiki gibi oyuncaklar yoktu. Tahtadan yapma basit arabalar, tabancalar eşyalar, vardı. Çocuklar saklambaç, kale kapmaca, çelik-çomak, çizgi oyunu gibi oyunlar oynarlardı. Eğlenceler haftada bir yazlık sinema, derede yüzme idi. Yıldız bahçe sineması, İnci bahçe sineması, Millet ile Renkli sinema eğlendiğimiz yerlerdi. Cilalı İbo, Hüseyin Baradan, Danyal Topatan, Tamer Yiğit, Ayhan Işık unutamadığımız artistlerdi.

Yine bugünkü gibi TV, video, DVD, bilgisayarlar yoktu. Taş plaklar vardı. Plaklarda Safiye Ayla, Yüksel Öz kasap, Saniye Can, Müzeyyen Senar, Ahmet Sezgin, Zeki Müren, Nuri Sesigüzel şu anda unutamadığımız sanatçılardan bazılarıdır. Radyolardan Yurttan sesler, Arkası Yarın programı ve hafta sonları radyodan Aydın Köker’in maç anlatışı, Orhan Boranın trafik reklamı ( gözünüz yolda kulağınız ben de olsun ) anonsu her an aklımızdadır.

Bugünkü gibi bolca giysi yoktu. Elbiselerimiz bayramlık, okulluk, günlük diye adlandırılırdı. Okul giysilerimizi okuldan başka zamanda giyemezdik, çünkü bir yıl başka alınamazdı. Bayramlıklarda bayramdan bayrama giyilirdi. Günlük elbiselerimiz genellikle yamalıydı. Yamalıydı ama utanmazdık. Çünkü arkadaşlarımızda bizim gibiydi. Kaçan çoraplar, kaçan kazak ilmekleri annemiz tarafından hemen tutulur daha fazla yıpranması engellenirdi. Ayakkabımız lastikti, kapalıydı. Kundura yılda bir kez alınabilirdi. Elbiseler ve ayakkabılar ısmarlama yapılırdı. Terziler ve ayakkabı tamircileri tamir işlerinde çok maharetliydiler.

Okula siyah önlükle gidilirdi. Kitabımızı devlet verir, defterimizi babamız günlük karalama ve sarı yaprak matematik defteri ve iş defteri adı altında alırdı. Başka yardımcı kaynak yoktu. Cumartesi günü öğleye kadar ders vardı.5. Sınıftan sonra diploma hak etmek için sınava girilirdi. 

Her evde şimdiki gibi banyo, su, sabun, şampuan yoktu. Annemiz bizi bir leğende Hacı Şakir ile yıkar, tırnaklarımızı makasla kesmeye çalışır, babamızda saçımızı üç numaraya kestirirdi. Öğretmen Cumartesi günü okul çıkışında sıkı sıkı temizlik tırnak saç tembihi yapardı. Pazartesi günü tembihin yerine getirilmesi rahatlığı ile okula varıp, Öğretmenin beğenisi ile mutlu olurduk.

Şimdiki gibi poşetler, marketler yoktu. Mahallemizin emektar bakkalına gider alacaklarımızı iğneden ipliğe oradan alırdık. File kullanırdık. Bez torba ve kâğıttan kese kâğıdı kullanılırdı. Zenginlerin erzaklarını şelekçi denilen taşıyıcılar taşırlardı. 

Yakacak olarak fındıkkabuğu ve odun kullanılırdı. Kömür, kömür sobası yoktu. Elektrik sobası, tüp gaz sobası, doğal gaz hiç yoktu. 

Deterjan yoktu. Çamaşırlar kül suyu ile evde, derede yıkanırdı. Bulaşıkta şimdiki deterjanlar hiç bilinmezdi. Şimdiki gibi makineler yoktu. Çamaşırlar, bulaşıklar hep elle yıkanırdı. Ütüleme, elektrikli ütü ile değil kömürlü ütü ile ütülenir, kola ile kolalanırdı. Pantolon ve kazaklarımın Yatak altına konularak düzelttiğini hatırlıyorum.

Düğün resimlerinde gülümseme yoktu. Resimler siyah beyazdı. Vesikalıklar dakikalık resim adı altında körüklü makinalarla çekiliyordu. Sandalyede ciddi duruş, Fotoğrafçı Derviş amcanın körüklü makinaya elini sokuşu, arada bir bezden kolun içine bakışı ve körüklü makinenin ön kapağını açıp tekrar kapaması ve “tamam” demesi, makası alıp, makinenin küçük çekmecesinin sulu gözünden resmi alması ve kenarlarını kesmesi, sallamak suretiyle kurutması şu an gözümün önündedir. Siyah beyaz olan bu resimler bugünkü kadar kaliteliydi. Belki bugün makinede de olsa o günkü kalitede siyah beyaz resim yapamayabilirler.

Bu bakımdan yakın zamana kadar bir takım kurallar, âdeta yazılı olmayan birer kanun hüviyetini muhafaza etmişti. Geçmişte imkânların daha kısıtlı, yaşantının çok zor olduğu yıllara rağmen, seviyeli, huzurlu ve sistemli bir toplum hayatı yaşanmıştı. Bugün büyük bir ihtimamla anlatmaya çalıştığımız gelenekler ve göreneklerin birçoğu, asırlar öncesinden gelmektedir. Aktarmaya da, anlatmaya da devam edeceğiz.

 

Naim Güney

Ordu yerel tarih araştırmacısı. Gazeteci, yazar.

"Tarih" geçmişle gelecek arasında köprü kurmaya imkan tanır ve dün ne olduğumuz, gelecekte ne olabileceğimize dair bize fikirler verir"