/

Boşluk…

9 mins read
Boşluk

Boşluk…

Modern insan neyi kaybetti? Neden boşluktayız? Belki de hayat; gurbetine düştüğümüz kaynağa ulaşma çabasıdır…

Boşluk insanın doğumu ile başlayan ve susturamadığı eksikliği, yalnızlığı! 

İnsan, dünyaya geldiği andan itibaren kalben, bedenen ve zihnen yönelişlere sahip olan tek varlık. Her yönelişin özdeki gayesi; ait olduğu yegâne varlığı, yaradanını bulmaya çalışmak. Bilinç düzeyinde arayışının bazen farkında, bazen ise değil. Ama arayışı devamlı…

Hepimizin; atalarımızın ve bizlerin, yaşadığı bir çok acı var. Bu acıların en derinindeki acı ‘bütünleşememe’ veya ‘birleşememe’ acısı. İnsan, özellikle ruhani varoluşu gereği eksik kalmak yerine tamamlanmayı, giderek evrilip kusursuz bir birey olarak var olmaya kodlanmış. Bu tamamlanma süreci ruhsal disiplinlerde kemalat veya tekâmül olarak geçer. Dinler, hükmeden ve her şeyi yaratanın; Tanrı’nın, insanı kodladığı format gereği arayış içinde olmasını doğal karşılar. 

İnsanın kalbi ancak perdelerinden kurtulduktan sonra, hakikati kavramaya başlar ve doğrudan evrenin prensibi ile ilişki kurar. İnsanın varlık nedeni ve tüm yaşam çabasının nihai amacı, Tanrı ile “bir olmak” değil (çünkü Tanrı zaten birdir), bu birliğin “anlamını” kavramaktır.

Öz’ünden koparak savrulmuş insan ne yaparsa yapsın içindeki o kopuşun boşluğunu ve acısını dışarının hengâmesi ile dolduramaz. Görmediğine ve dokunmadığına bir türlü inanamayan modern insanın en büyük açmazı tam da burada ortaya çıkar. Acısından içsel bir maneviyat arayışına yönelmek yerine, acısını unutmak istercesine, delice tüketme ve uyuşturma yanılgısına düşmektedir. Tıpkı kaybetmiş olduğu sevgilisinin acısını kendini uyuşturarak unutmaya çalışan bir âşık misali!

İnsan yaşamının anlamı belirli bir nedenle azaldığında, iç boşluğunu antidepresanlar, alkol, aşırı yeme, düşkünlükler ve çılgın eğlenceler gibi dış etkenlerle kaldırabileceği yanılgısına düşer. Bunlar sadece dikkatimizi dağıtmak ve anlam arayışına yönelik içsel ihtiyacımızı geçici olarak bastırmaya yarayan araçlardır.*

Hepimizin içindeki bastırılamaz acı, “bütünleşme“nin acısıdır, çünkü hepimiz bilinçaltımızda yalnızlığımızdan, sonsuzluğa doğru birliğe katılmayı arzularız. Aynı şekilde tüm dualar ve dini ritüeller, insanın bireysel bilinçten yüce yaratıcınınkine ulaşmak, sonsuzluğa doğru bir tamamlanma çabasıdır. Aynı acıyı Dostoyevski ve Tolstoy‘un eserlerinde olduğu gibi felsefi ve edebi metinlerde de gözlemleyebilirsiniz. Bu eksikliği, bu boşluğu doldurmak, özünü ve anlamını yitirmiş modern insanın en derin ihtiyacıdır. 

Antikçağ Yunan dünyasında felsefi-dini tarikat yaşantısının ilk örneğini sunan Pythagoras’a göre evrenin merkezinde bir ateş yanmakta ve dünya, güneş, ay, yıldızlar ve tüm nesneler onun etrafında dönmektedir. Evrendeki her şey bu merkezin etrafında dans eder. İşte modern insanın tüm mutsuzluğu bu merkezden uzaklaştırılmasıdır. Ruhunun üşümesi bundandır. Bu sebepledir ki, bilgiyi bir güç, tabiatı kontrol altına almak için bir eylem planı olarak görenler çoğaldıkça, doğu irfanı, bilgiyi, üşüyen herkesin ısınabileceği, sürekli yanan bir ocak olarak görür. Zerdüşt’ün hiç sönmeyen ateşi! 

Kalbin, aklın, ruhun dayandığı ilahi zemin çekilip alındığından, modern insan merkeze doğru her adım atışında, ayaklarının altındaki kaygan zeminin üzerinde kayıp yeniden yere düşmektedir. Halbuki dans edebilmek, sema edebilmek için insanın ısınması, dahası yanması gerekir. Kızılderili şaman öğrencilerine, “ölüm anı geldiğinde son danslarını orada yapacaklarından, gerçek savaşçıların ölecekleri yeri kendileri seçmeli”, der. Öleceği yeri bulamayan modern insan, ölümle dans edemiyor! 

Evrenin içine fırlatılış… Bu bırakılmışlık, tecrübeler çoğaldıkça, yaşanmışlıklar arttıkça üstüne bir de ‘terkedilmişlik’ hissine de dönüşünce; dünya denen sahne üzerinde insanlar arasında roller paylaşılırken -hele de kötü roller en çok onun payına düşmüşse- çocukluğunun ütopyası ile tüm ötekiler içinde kendine hep başrol oyunculuğu verir. Büyüdükçe yardımcı oyunculuğa, dublörlüğe çekilir. Dünyanın alkışladığı rollerden, ilgisiz kaldığı, önemsiz saydığı, itilip kakılan rollere düşmüşse eğer, etrafındaki çokluğa rağmen giderek artan yalnızlık duygusu omuzlarına koca bir yük, içindeki dipsiz bir boşluk olarak attığı her adımda eşlik etmeye başlar.


*Analitik psikolojinin kurucusu efsanevi psikiyatrist ve psikanalist Carl Gustav Jung,’ Anonim Alkolikler’ in kurucu ortağı Bill W.’ye yazdığı mektupta, alkoliklerin Tanrı ile düşük düzeyde birlik arayan kişiler olduğunu belirtti. Ruhu arayan ve diğer etkenler  tarafından dikkati dağılan insanlardır. “Görüyorsunuz, alkol Latince’de spiritus’tur ve aynı kelimeyi hem en yüksek dini deneyim hem de en ahlaksız zehir için kullanıyorsunuz. Bu nedenle yardımcı formül şudur: Spiritus contra spiritum (Ruh, ruha zıttır). Kaynak; Alıntı: James L. Carl Jung ve Adsız Alkolikler: Bir Teistik Psikopatoloji Uygulanabilir mi? Acta Psikopatol. 2016, 2:7. doi: 10.4172/2469-6676.100033

Ahmet Turan Esin

-He is interested in theology, mysticism and philosophy. He publishes his writings on fikrikadim.com. He gives seminars and lectures.

-İlahiyat, tasavvuf ve felsefeyle ilgilenir. Yazılarını fikrikadim.com'da yayınlar. Seminer ve dersler verir.-