İskoçya’dan Hatırımda Kalanlar

25 mins read
7
İskoçya'dan Hatırımda Kalanlar
İskoçya'dan Hatırımda Kalanlar

İskoçya’dan Hatırımda Kalanlar

İskoçya'dan Hatırımda Kalanlar

2009 yılının Ocak ayının son günlerini iple çektiğimi hatırlıyorum. Çünkü 23 Ocak 2009 Cumartesi günü birkaç aydır görmediğim eşimin yanına İskoçya’nın başkenti Edinburgh’a gidecektim. Bu şehre vardığımda ‘’ Edinburgh’’ adının halk arasında yedi ayrı telaffuzu olduğunu öğrenecektim. Bunlardan en yaygın kullanılan isim ise ‘’ Edinbra’’ şeklinde olandı. Bu tarihten yaklaşık on yıl önce,  Edinburgh’ta öğretmenler için düzenlenecek olan bir seminere katılmayı çok istemiş fakat mesleki şartlarımdan bazıları uymadığı için bu seminere katılamamıştım ve bir gün mutlaka İskoçya’ya gitmeyi kafama koymuştum. Kısmet bu güneymiş.

Bu ülkeye gidebilmek sandığım kadar kolay değildi zira vize alabilmek için,  orada ikamet eden birinden davetiye mektubu almanız ve bununla birlikte çalıştığınıza dair evraklarla vize başvurusu yapmanız gerekiyordu. Eşimin, benim İskoçya’ya gelme isteğimi ev sahipleri olan Gordon ve Margaret Stewart’a iletmesinin ardından gelen davetiye mektubu ve Avrupalı bir aileden beklenmeyecek şekilde evlerinde beni ücretsiz misafir edeceklerini iletmeleri – diğer aileler misafir edecekleri eş için ücret talep ediyorlardı- beni mutlu etmişti. Son günlerinde umudumu yitirir gibi olduğum iki aylık beklemenin ardından İngiltere vizesini alabilmiştim. Hakkında pek çok yazı okuduğum bu ülkeye giderken, yanımda ne tür hediyeler götüreceğimi düşünüp hatta bunu bir deftere not bile almıştım. Seramik boyama hobisi olan Gordon için küçük seramik kaplar, Kütahya çinisi tabaklar; Margaret için el işi göz nuru oyalı yemeniler, tepsi örtüleri, lokum, kahve, zeytin v.s



Yolculuk günü, sabahın beşinde havaalanına gitmek için evden çıktım. Esenboğa- Atatürk-Standsted ve oradan Easyjet ile Edinburgh’a gidecektim. Çoğunlukla rötar yapan Pegasus ile Londra Stansted  havaalanına indiğimde Easyjet’i çoktan kaçırmıştım. Hostesle, pilotla hatta havaalanı polisiyle  ne yapacağım konusundaki gereksiz konuşmam bir işe yaramadı ve Easyjet bilet satış ofisine gidip yeni bir bilet satın aldım.

Uçaktan çok ilçeler arası bir minibüse benzeyen Easyjet, Londra’ya alışverişe gelmiş İskoçlarla doluydu. Onlar kendi aralarında sohbetle meşgulken ben de heyecandan yerimde duramıyordum. Bir saatlik bir yolculuğun ardından Edinburgh’a indim, buranın havaalanı küçücüktü. Londra’da uçaktan havalanına ulaşmak için metroya binip üç dört durak gidilmesi gerekirken burada yürüyerek uçaktan havalanına gelebiliyordunuz. Bavulumu aldıktan sonra eşimle buluşup çift katlı kırmızı otobüslere bindik. Bu otobüslerde ‘’ Lothian Buses Day Ticket’’ adlı biniş kartları kullanılıyor ki bu kartlarla otobüse binip şoförün gözü önünde o günün tarihini bozuk  para ya da tırnağınızla kazıyorsunuz. Avrupa’ya gidenler bilir, saat 17:00’den sonra buralarda açık dükkan bulmak zordur. Hele hafta içi ise bu saatten sonra herkes evine çekilmiştir. Karanlıkta görebildiğim kadarıyla etrafımı seyrederek  Arthur’s Seat denilen ve Kral Arthur’un büyülü kılıcı kayadan çekip çıkarma efsanesinin gerçekleştiği yer olduğu düşünülen  bir tepenin yakınında bulunan Dudingston durağında otobüsten indik .  Bu tepeden bakınca  Edinburgh’u panoramik bir şekilde izleyebiliyorsunuz. Otobüsten indikten sonra, sokaklara çöp atmanın cezasının 100 pound olduğunu ve Afrika kökenli insanların gözlerinin içine baktığınızda ‘’discrimination’’  (ayrımcılık) diye bağırdıklarında para cezası alabileceğinizi eşimden öğrendim.

Margaret ve Gordon Stewart’ın evleri iki katlı, ufak bir bahçesi olan şirin bir evdi. Çok sıcak bir karşılama ile eve girdik. İskoçlar İngilizlerden farklı olarak çok sıcakkanlı insanlardı.Onlara hediyelerimi takdim ettim ve hazırladıkları güzel sofraya hep birlikte oturup sohbet eşliğinde akşam yemeğimizi yedik. Masanın toplanmasına ve bulaşıklara yardım etme isteğime Margaret’in itiraz ederek akşam yemeğini hazırlama ve masayı toparlama işinin Gordon’a ait olduğunu söylemesi çok hoşuma gitti. Altmışlı yaşlarda olan Stewart çifti hayat doluydu. Yemeğin sonunda Gordon ortadan kayboldu, geri döndüğünde ise yaşından beklenmeyecek bir tarza bürünmüştü. Kafasında Elvis Presley peruğu ve bir gitarla gelip harika bir Elvis taklidiyle çalıp söyledi. Evin her yerine kondurulmuş rafların üzerinde, irili ufaklı Gordon tarafından resimlendirilmiş porselen ve seramik kaplar vardı.

Sabah erkenden uyanıp Margaret tarafından masaya konan süt ve mısır gevreğinden ibaret kahvaltımızı bitirip, sırt çantama iki meyve suyu ve iki sandviç koyup yola çıktık. Yine Lothian Buses ile Princess Street denilen şehrin ana caddesinde otobüsten indik. Tam karşımızda ve yukarıda Edinburgh Kalesi bütün ihtişamıyla duruyordu. Duvarları yıllara meydan okurcasına sapasağlam fakat yaşını belli edercesine yemyeşil yosunlarla kaplıydı. Eşimin okuluna yetişmesi gerektiğinden hızlıca yürüyorduk ve o, bir yandan da yalnız kaldığımda kaybolmamam için bana yolları tarif ediyordu. Okul da Edinburgh’taki bütün binalar gibi eski fakat sapasağlam bir taş bina idi. Orada her ülkeden gelmiş pek çok yabancı gençle ve hocayla tanıştırıldım. Bu arada, İskoç hocaların İngilizcemi beğenilerini ifade etmeleri beni gururlandırdı.=)))

Artık yalnız gezme zamanım gelmişti fakat Türk olmanın verdiği çaysız güne başlayamama isteği ağır basınca Costa Cafe’ye girip bir çay rica ettim. Burada en çok kullanılan iki kelime olan ‘’please ve thank you’’ yani ‘’lütfen ve teşekkür ederim’’i de eklemeyi unutmadım. Mis gibi demleme çay yoktu tabii Lipton sallama çayı önüme getiren kafe elemanı’’ take away or sit in’’ diye sorduğunda çayımı orada oturup içmek istediğimi belirtmek için ‘’ sit in’’ cevabını verdim. Edinburgh’un kafeleri çok güzeldi. Pek çoğunu saraydan bozma sanabilirsiniz. Hele bir ‘’Dome’’( Kubbe) kafe var ki içine girdiğinizde vitrayla kaplı kubbesini seyretmeye doyamazsınız. Eskiden National Bank (Ulusal Banka) olarak kullanılan bu kafede garsonlar; smokinli ve beyaz eldivenli,çay servisi ise; gümüş tepsi içinde porselen demlik ile sütlük ve nostaljik fincanlarla geliyordu.Bu ülkede isteğe bağlı olarak çay, sütlü olarak içilebiliyor.Ayrıca İskoçya’da yorulduğunuzda oturup bir fincan Türk kahvesi  içebileceğiniz ve Türkler tarafından işletilen kafelerin sayısı azımsanmayacak kadar çoktu.

Sürekli gökyüzünden bir şeyler (!) yağan İskoçya’nın sokakları, Arnavut kaldırımı idi ve tertemizdi. Edinburgh’ta ilk gezdiğim yer olan Princess Garden ; yemyeşil büyük bir bahçesi olan ve Edinburgh Kalesi’nin eteklerinde yer alan çok güzel bir parktı. Bu parkın içinde daha önceleri var olduğu söylenen gölete; Ortaçağ’da yaşayan kızıl saçlı,çilli kadınların (-ki İskoç kadınların çoğu böyle) cadı olup olmadıklarını anlamak için atıldığı söylenir.Suya atılan kadını, boğulmazsa ‘’cadı’’ diye niteleyip yakarlar; yok kadın boğulursa’’ cadı değilmiş’’ diye hayıflanırlarmış.

Yağmurun altında Princess Garden’dan yukarı doğru  yürüyüp Edinburgh Kalesi’ne çıktım.  Burada pek çok turist, hediyelik eşya dükkanları, sokak müzisyenleri ve kale duvarından görülen harika bir Edinburgh manzarası vardı. Kaleden bakılınca  ‘’Scotish Monument’’ denilen ve İskoçlar’ın bağımsızlığını sembolize eden büyük bir anıt ve Edinburgh Limanı görünüyordu.

Geldiğim yoldan aşağı inip National Museum’a girdim. Burası Yunan mimarisini andıran bir tarzda yapılmış, dört köşeli mermer taşlı bir müze idi ve içerisinde ünlü ressamlara ait pek çok tablo vardı. Kaç kat olduğunu hatırlayamadığım kocaman müzede iki üç saatimi tablolara bakarak geçirdim. Müzeden sonra North Bridge denilen bir köprüden yürüyüp eşimin okuluna döndüm. Okul çıkışında Edinburgh Üniversitesi Türkoloji bölümü hocalığından emekli ve İsmail Erünsal Hoca’nın mesai arkadaşı olan Christopher Ferrard ile buluşup Edinburgh’un yiyecek içecek mekanlarından bir kaçında  oturduk gece olana dek. Bolca sohbet edip İskoçlar’ın  ‘’ginger beer’’ dedikleri zencefilli gazozlarından içtik. Tam bir Osmanlı ve özellikle II. Abdülhamit Han hayranı olan, Osmanlıca okuyup yazmayı bilen Christopher Ferrard’ın sıkça söylediği ve bildiği nadir Türkçe kelimelerden olan ‘’ Abdülhamit Han Efendimiz’’ sözü çok hoşuma gitti. Daha sonra birkaç kez evinde görüştüğümüz bu beyin, müzeyi andıran üç katlı evinin her yeri Osmanlıca yazma eserlerle, çinilerle ve minyatürlerle doluydu.

Edinburgh’ta kaldığım diğer günlerin birinde Margaret ve Gordon’la Margaret’in büyüdüğü North Berwick kasabasına gittik. Yol boyunca muhteşem ve yemyeşil bir manzara bizi karşıladı. North Berwick mimarisini ve doğasını hiç bozmamış küçük bir kasaba idi. Buradan da St.Adrews adlı küçük fakat çok şirin bir kente gittik. Bu kentte İngiliz prenslerinin okuduğu dünyaca ünlü St.Andrews Üniversitesi ve meşhur golf sahası vardı. St.Adrews, Kuzey Denizi’nin kıyısında oldukça rüzgarlı, tarihi dokusu birkaç asırdır bozulmamış bir yerdi.

Bir başka gün ise Highland denilen İskoçya yaylalarını gezmek için bir otobüs turuna katıldık. Otobüs kışın tüm güzelliğini sergileyen yaylalarda rampaları çıkarken ve önümüzden yaban geyikleri geçerken tabiatın güzelliklerini hepimiz hayranlıkla izliyorduk. Rehberimiz geçtiğimiz yerleri tanıtırken Mel Gibson’ın meşhur filmi ‘’Brave Heart’’(Cesur Yürek)’ın çekildiği yerleri de göstermişti bize. Otobüsümüzün bir durağı da şu meşhur ‘’Lochness Canavarı’’nın yaşadığına inanılan ‘’Lochness Gölü’’ idi.Lochness’e vardığımızda karnımız oldukça acıkmıştı ve girdiğimiz lokantanın duvarında Diyarbakır Surları’nın ve karpuzunun kabartması olan tabloyu görüp ‘’Türk müsünüz?’’ diye sorduğumuzda ‘’evet’’ cevabını veren lokantacıyla kısa bir sohbetin ve nefis bir balık ziyafetinin ardından Lochness’e de veda edip Edinburgh’a geri döndük.

Edinburgh’un hemen her köşesinde bulunan korku çıkmazları ve buralarda yapılan kostümlü gösteriler çok ilgi çekiciydi. İskoçlar korku hikayelerine ve ürkütücü mekanlara Ortaçağ’dan kalma bir inanışla önem veriyorlardı. Hunter Square denilen ve eskiden cadı avına çıkmak için buluşulan meydanda her yıl toplanıp Cadılar Bayramı’nı kutluyorlardı. Bu kutlamalarda elinde mum olan biri, grubun başına geçip korku hikayeleri anlatıyor ve bu şekilde sokaklarda dolaşıyorlardı. Çıkmaz sokakların birinin adı ise ‘’Mary King Close ‘’idi, II. Elizabeth’in şu meşhur kardeşi Mary’nin hayaletinin dolaştığı düşünülen çıkmaz sokak.

Bir gün, meşhur filozof David Hume’un yürüyüş yaptığı Parlamento binasının karşısında bulunan ve halka açık ilk park olan Calton Hill’e , bir başka gün J.K. Rowling’in meşhur Harry Potter’ı yazdığı Black Medicine adlı kafeye, Arthur Conan Doyle’un Sherlock Holmes’ün bazı bölümlerini yazdığı müzeye dönüşmüş evini görmeye, Graham Bell’in  müzeleştirilmiş evini, oyuncak müzesini görmeye gittik.Buraya kadar gelip de İskoç ekose kumaşlarının dokunduğu tezgahları görmemek olmazdı.Geleneksel dokuma tezgahları bir müzede sergileniyordu ve hatta bu kumaşlardan yapılan ve ‘’kilt’’ denilen yöresel giysileri hala giyen erkekler vardı bu ülkede. Kış mevsiminin en soğuk günlerinde oradaydım ve kar yağarken çıplak bacaklarına bu eteği giyenleri, sandaletle, yazlık kıyafetlerle dolaşan insanları , atkısız ve beresiz çocukları görünce – yalnızca İskoçya’da değil Avrupa’nın bazı ülkelerinde de böyleydi-  Avrupalılar’ın üşümedikleri kanaati hasıl oldu bende.

İskoçya’nın en beğendiğim mekanlarından biri de ‘’Writer Museum’’ (Yazarlar Müzesi) idi. İskoç yazarlarının eserlerinin, portrelerinin ve fotoğraflarının, hayat hikayelerinin sergilendiği bu müze İskoçlar’ın tarihlerine ve kültürlerine de çok önem verdiklerinin göstergesiydi. Bu müzede en çok göze çarpan isim , ulusal şair olarak adlandırılan Robert Burns idi. Kendilerine ait ünlü sanatçıların, meşhur filozof ve mühendislerin (İskoçlar arasından çok meşhur mühendisler yetişmiştir.) isimlerini ve eserlerini yaşatmak için müzeler açmış, büstler dikmişlerdi. 

İskoçlar çok dindar olmamalarına rağmen kiliselerinde, halkı buralara çekmek ve dini, sosyal hayata katmak amacıyla resim sergileri ve konserler düzenliyorlardı. St. Gilles Kilisesi şehrin göbeğinde, kocaman ve görkemli bir kilisedir. Bu kiliseyi gezmek için gittiğimde, İranlı rejim karşıtı bir ressam olan Maryam Hashimi orada, kadın temalı resimlerini sergiliyordu. Kendisiyle tanışıp biraz sohbet etme fırsatımız olmuştu.

Edinburgh  Nicholson Street’ te araştırma merkezleri ve vakıflar adına ikinci el eşya, takı, giysi satan pek çok dükkan bulunmaktaydı. Bu dükkanlara genel olarak ‘’ Charity  Shop’’ (hayır, bağış dükkanı) deniyordu.  Buralarda satılanlar oldukça ucuz, kaliteli ve sağlam şeylerdi. 

İskoç aydınlanmasına önayak olmuş düşünürlerin hocalık yaptığı Edinburgh Üniversitesi de günümüzde dünyanın önemli üniversiteleri arasında bulunuyor. Bu üniversitenin çok güzel bir yapıya sahip ve zengin olan kütüphanesini gezerken, kitaplar arasında kaybolduğumu hissettim.

Edinburgh; oldukça sakin, insanların istedikleri gibi hareket edebildiği bir şehir. Bu şehirde yalnızca bir tane alışveriş merkezi bulunuyor. İnsanlar hafta içi yoğun çalışıyor ve hafta sonu geldiğinde ya barlarda eğleniyorlar ya da sanayi şehri olan Glasgow’a alışverişe gidiyorlar. Hafta içi akşamları oldukça sakin olan Edinburgh sokakları, Cuma akşamından Pazar akşamına kadar dolu oluyor. Bizim ‘’Gayda’’ dediğimiz ,  İskoçlar’ın ‘’ Backpipe’’adını verdikleri ve bizdeki ‘’Tulum’’a benzeyen milli çalgılarına, ‘’Kilt’’ denilen milli giysilerine ,‘’ Short bread’’ dedikleri İskoç bisküvisine hediyelik eşya satan dükkanlarda; ve  güleryüzlü İskoç insanlarına bu ülkenin her yerinde mutlaka rastlarsınız.Ben İskoçya’yı çok sevdim ve eminim ki bu ülkeyi ziyaret eden herkes de çok sevmiştir.

Nilgün Bircan

1974 Ankara doğumlu. Hacettepe Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu. 25 yıllık meslek hayatında  pek çok lisede edebiyat öğretmenliği yaptı. .Bununla birlikte  il milli eğitim müdürlüğü ar-ge biriminde proje işleri, müdür yardımcılığı, Milli Eğitim Bakanlığı Materyal Geliştirme Daire Başkanlığında görevlendirmeleri oldu.
İngilizce'den çeviri bir eseri, çeşitli dergi ve gazetelerde yayımlanmış hikayeleri, makaleleri ve İngilizce, Farsça ve Osmanlıca çevirileri bulunmaktadır.
Karakalem çizim yapmakta ve yan flüt çalmaktadır.