/

Şipşak Fotoğrafçı İbrahim Taştan’ın Hayatı

34 mins read

Sevgili Hesna benim hemşire arkadaşım. O bana hayatını anlatırken babasından; Şipşak Fotoğrafçı İbrahim Taştan’dan bahsetmişti. Benim de onun hayatı ilgimi çekmişti. Filmlere konu olacak bir hayat… Babası geçen yaz İstanbul’a gelecekti. Gelince bir röportaj yapsak, demiştim. Gülümseyerek karşılamıştı Hesna. Hayat bizim istediğimiz gibi akmıyor. Babası gelemeden vefat haberi geldi. Aradan bir yıl geçti ve biz bu yaz, babalar gününde bu güzel ve özel babayı anmak için Hesna’yla hemfikirdik.

Baban İbrahim Taştan’ı ilk önce bir tanıyalım. İbrahim Taştan kimdi? Nasıl bir insandı?

Canım babam İbrahim Taştan daha ilkokula bile başlamadığı yaşta annesinin ikinci evliliğinden sonra anneannesinin yanında büyümüş. Üvey kardeşleri evde, özel öğretmenlerle okurken babam hem çalışmış hem de okumuş. Liseyi uzaktan bitirmiş ve memurluk sınavını kazanmış. İlk psikiyatrik şizofren atağı askerde olmuş. Annemle evlendiğinde yatak ve sandık dışında bir eşyaları yokmuş.

Babam çok merhametliydi ve kimseyi bilerek üzmezdi. Dürüsttü. Maliyede çalıştı ve evimize hep helal lokma getirdi. Çarpıp çalanlara kızardı. Arkadaşları bu yüzden onu çok severdi. Onlar bizim ailemizdi. Kan bağımız yoktu ama maddi manevi hep yanımızda oldular.

Şipşak Fotoğrafçı İbrahim Taştan'ın Hayatı

Maliyede işler yetişmediğinde eve iş getirirdi. Geçinebilmek için hafta sonu da çay ve mısır satardı. Çok çalışkandı. Bizi kimseye muhtaç etmedi. Annem üst üste kalp ameliyatı geçirdiği için çok üzüldü. Tek destekleri iş arkadaşları Ayşe Kaygısız, Hürriyet Oktay ve diğer mesai arkadaşlarıydı. Buradan onlara şükranlarımı gönderiyorum.

Eşini çok seven, her hasta olduğunda hastane bahçelerine çocuklarını da alıp onu bir daha yakından görmek isteyen bir eşti. Torunlarının da her ihtiyacını karşılayan bir dedeydi.

Baban şizofren hastalığını biraz konuşalım. Nasıl başladı hastalığı ve nasıl teşhis konuldu?

Babamın askerde yazdığı mektuplar var… Hala saklarım onları. Ordan okuduğum kadar, ilk askerde başlamış. Zaten babam kendisi de askerde ilaç başladılar, demişti. Ben ilk atağına 5 yaşlarında şahit oldum. O zamanlar babam eve iş getiriyordu. Maliyede çalıştığı için evraklar yetişmiyordu. Bir gün yine böyle eve iş getirmişti ve bunalmıştı. Bize “Dikkat edin! Yangın var evde!” deyip halüsinasyon görmeye başlamıştı. O gün Manisa’ya yatırdıklarını hatırlıyorum.

Nedenleri neydi sence? Genetik, psikolojik ve sosyal etkenler neydi?

Bana göre babamın, annesinin ikinci evliliğinden sonra anneanneye bırakılması; onu hayat mücadelesinde yalnız bırakmaları, tetiklemiş olabilir. İlkokula bile başlamadan hayat okulu böylelikle başlamış. Babam her ihtiyacını kendi karşılamış. Eğer babam, üvey babası ve kardeşleri ile birlikte yaşasaydı belki hasta olmayacaktı. Hem ekonomik hem de psikolojik olarak bir çocuğa bu kadar yük verilirse kendi kendine hayatının sorumluluğunu üstüne alırsa hiç kimse psikolojik olarak sağlam kalamaz. Bu yüzden ben sosyal etken olarak düşünüyorum. Babam rahmetli de bunun çevresel etkenin fazla olduğunu hep söylerdi. Bize hep derdi ki “İçinize atmayın, bağırın kızım! Konuşun ama sakın yalnız kalmayın! “derdi. Çok haklıydı. Hayatta o kadar günler yaşadık ki bunları birbirimizle, babamızla ve annemizle paylaştık. Biz, onlarla arkadaş gibiydik.

Babanın şizofren hastalığı ailenizi nasıl etkiledi?

Haliyle ailemizi kötü etkiledi. Babam dışardan eve gelene kadar hep korku ile yolunu beklerdik. Çünkü onu toplum kabul etmedi. Dalga geçildi. Dayak yedi. Özellikle benim çocukluğumu çok etkiledi. Her bağırma sesinde, ambulans ve polis arabası gördüğümde babama bir şey mi oldu, derdim. Hatta şizofren ataklarının birinde milletvekili olmak için çok para harcamıştı. Bir gün eve haciz geldi. Annem artık bıkmıştı. Ayrılmak istiyordu ve bu durumu benimle paylaştığında daha 11 yaşlarındaydım. “Anne, sen nasıl kalp hastasısın; o da senin gibi hasta. Bilerek yapmıyor eğer ondan ayrılırsan sokakta ne yapacak? Kimse ilgilenmez. Dışarda babam gibi hasta olup gezen o kadar insan var ki… Çok kötü durumdalar. Sana söz veriyorum, ben babama bakarım. Sen babamı bırakma! Biz babamızın burda yanımızda nefes aldığını hissetsek bile yeter!” demiştim. Sözümü tutmak için herşeyi yaptım. borçları ödeyebilmek için yazları çalıştım. Okuldan geldiğimde kardeşlerimle kasnakta lif yaptık, sattık. Kapının önünde mandalina sattım. Ayrıca daha önce isimlerini saydığım ve sayamadığım mesai arkadaşları kendi aralarında para toplayıp bize destek çıktılar. onlara buradan tekrar teşekkür ederim.

Babamın bu durumu hemşire olmamı da şekillendirmiştir. Babama bakma sözünden  sonra aradan çok uzun zaman geçti. İki kez üniversite sınavında puanım hemşirelik kazanacak kadardı. Babam devlet memuru ol, hemşire ol, dedi. Ve ben onu kırmadım. İyi ki onun için, annem için hemşire oldum.

Babanın bir şizofren hastası olarak ailesi ve çevreyle süren hayatında karşılaştığı zorluklardan bahseder misin?

Babam 66 yaşında vefat etti. Şimdi en güzel yerde… Çünkü bu dünyada onun yaşadığı hastalık ve hayatı hiç kolay olmadı. Hayatındaki hangi zorluklardan bahsedeyim? Dört yılda bir gelen ataklar, beynine yapılan şoklar, yatışlar… Uyku hali veren ağır ilaçlar. Bütün bunlarla uğraşırken bir de hayatın zorluğu. Eşi kalp hastası ve savunmasız dört kız evladı. Sürekli ödemesi gereken borç defteri… Onun hastalığını bilip sanki bulaşıcı hastalıkmış gibi uzaklaşan akraba, komşu, arkadaş…

Babanın bu durumu senin hayatını nasıl etkiledi? Bu durumu bize anlatabilir misin?

Korku… Sürekli birşeyler olacak endişesi. Hep koruma içgüdüsü… Annem her aradığında korku ile açardım. Çünkü hep babamın başına bir iş gelirdi. Ya birisi babamı kızdırmış olurdu ya dövmüş ya da şikayet edilmiştir. Ve yahut da babamın atağı olmuştur. Ama babamın hasta olduğunu kabullenen tek bendim. Onunla tartışmadan konuşurdum. Gerekiyorsa babamı üzeni bulur, haddini bildirirdim. Bir gün bir polisle bile mahkemelik olmuştum.

Canım babam, bu yüzden beni kendine yakın hissettiğinden evlenip evden ayrıldıktan sonra bile telefonla hep beni arar, dertleşirdi. İsmimin Hesna olmasının sebebi ona bakan anneannesinin ismi olmasıydı. Bu yüzden de bana ayrı bir değer verirdi. Ben ne zaman mutsuz olsam hadi kızım uçağa bin gel, derdi. Eve geldiğimde prensesler gibi bakar ve hep bana kitaplar alırdı. Atatürk’ü çok severdi. İleri görüşlüydü. Bizim okumamız için elinden geleni yaptı. Ne zaman üzülsem bana derdi ki “En kötü anımda bile umutsuz olmadım. Sen de olma kızım!” Bana o kadar çok destek olmuştu ki… Onu çok özlüyorum…

İstersen bunu okumak için Tıkla: Pis Roman: Sümeyye’nin Takibi ve Rahnuma’nın Yardımı -XV

Hayatta bir çok şizofren hastası var ve hayatlarını devam ettirmeye çalışıyorlar veya çalışamıyorlar. Baban da bunlardan biriydi. Ama sence bu platformda biz babanı neden konuşuyoruz. Onu İbrahim Taştan yapan ve beni, seni, çevresini etkileyen kendine özgü özellikleri nelerdi?

Babam Antalya’nın sevilen şipşak fotoğrafçısı. Onu niye mi konuşuyoruz? Onun tanımıyla o bir simge…  Hayata yenik başlamasına rağmen kendi kendine hem çalışmış hem okulunu bitirip,  memurluk sınavını kazanmış, toplum tarafından hor görülen bir şizofren hastasının yaşantısı sizce farklı değil mi? Üstelik kalp hastası bir eşi ile bakması gereken dört kız çocuğu var. Hepsini büyütüp evlendirmiş, kimseye muhtaç etmemiş bir babanın hikayesi bu… Benim babam farklı bir babaydı … Hiç bir zaman umudunu kaybetmeyen, mücadele eden bir baba…

Şipşak Fotoğrafçı İbrahim Taştan'ın Hayatı
Şipşak Fotoğrafçı İbrahim Taştan ailesi ile birlikte

Babanın milletvekili adayı olma hikayesini anlatır mısın?

Babamın  siyasete ilgisi çok fazlaydı. Seçimlerin olacağı senede atak geçirdi. DSP milletvekili olmak için memurluğunu yakarken dedem neyse ki duruma el koydu. Malulen emekli olmasını sağladı. Daha önce anlattığım gibi evimize haciz bile geldi, milletvekili adaylığında harcadığı paralardan dolayı. Ama yine vazgeçmedi. Şipşak fotoğrafçılık yaptı. Üstüne bağımsız milletvekili adaylığını koydu. O dönem Antalya da 90 oy aldı. Ve çoğu kişi babamı takdir etti. Büyük başarıydı. Böylelikle babam artık çılgın milletvekili olarak tanındı gazetelerde.

Şipşak Fotoğrafçı İbrahim Taştan'ın Hayatı

Babanın seninle olan baba-kız ilişkisinde unutamadığın anıların nelerdi?

Üniversiteyi kazanmıştım. İlk defa ailemden ayrılıyordum. Babam ve annem otobüsle beni her uğurladıklarında ağlarlardı. Bir de düğünümde babamla dans ederken onun gözlerindeki yaşları görmemek için onun yüzüne bakamadım. Kendi kızımı doğum yaparken ölümden dönmüştüm. Babam haberi alır almaz ilk uçağa binip beni görmeye geldiğinde yüzündeki o tedirgin ifadeyi hiç unutamıyorum. Paraya sıkıştığında “Kızım bugün pazarı yapamadım, bana para gönderir misin?” derdi. Borca girer, fazla mesai yapar yine gönderirdim. Her gün arardı. Kızım bir sesini duyayım, diye. O vefat edince boşluğa düştüm. Beni arayıp nasılsın kızım, diyen babam artık bu dünyadan ayrıldı.

Şipşak Fotoğrafçı İbrahim Taştan'ın Hayatı
Şipşak Fotoğrafçı İbrahim Taştan kızı Hesna’nın düğününde

Babanın bir atağı sırasında bir refakat sürecin var. O önemli süreçten bahseder misin?

Babamın ciddi bir atağı olduğunda, üst yönetimdeki birine sözde hakaret içeren bir dilekçe göndermiş. O da insan hakları mahkemesine başvurmuş. Hakaretten dolayı aranıyormuş babam. Antalya’dan İstanbul’a annemle gelirken havaalanında babamı tespit ediyorlar ve hapse atılıyor. Kalp hastası olan annem, endişe ve korku ile beni arayıp durumu anlatırken yoğun bakımda gece nöbetine gelmiştim. Durumu hemen idareye iletip hastaneden havaalanına nasıl gittim size anlatamam. Bu sırada Antalya’daki bütün karakolları aradım. Sonunda babamın yerini bulduğumda telefonda konuştuğum polis amirine babamın durumunu anlattım. Şu an İstanbul’dan yola çıktığımı, babamın şizofren hastalığı olduğunu bildirdim. “Lütfen onu bu durumda, serbest bırakın.” dedim. Telefonda beni anlamak, istemedi. “Siz de devlet memurusunuz, prosedürün nasıl işlediğini, biliyorsunuz.” dediğim anda;  polis, onu tehdit ettiğimi düşünerek beni de mahkemeye vereceğini, söyledi. Anlayacağınız yardım istediğim kişi bana yardım etmediği gibi üstüne ben suçladı. Uçakla Antalya’ya geldiğimde neyse ki babamı hapishaneden çıkarmışlardı. O gün sabaha dek hastaneleri dolaştım. Babamın ikna edilerek ya da başka şekilde hastaneye yatması gerekiyordu. Çünkü aklı dengesi yerinde olmadığına dair rapor almazsam hapishaneye geri koyacaklardı. Çok sevdiğim bir doktor arkadaşım Dr.Bilge Göktaş’ı aradım. Tesadüf eşinin psikiyatri doktor olduğunu öğrendiğimde o kadar çok sevinmiştim ki… Allah bir kolaylığını da veriyor. Hemen öbür gün babamı ikna etmeye çalıştım. Sadece bana güvendiği için benimle hastane bahçesine kadar geldi ama hastaneye girmeye korktu. Hava çok sıcaktı ve ben o kadar üzgün çaresizdim ki babam bahçede bağırdıkça o an bayılmışım. Allah’ın sevdiği kuluymuşum ki çok sevdiğim başka doktor arkadaşım Dr.Özgür Cengiz beni tanıdı ve yardım etti. Babama “Amca sen çok öksürüyorsun. Gel, muayene edeyim.” dedi. Kendisi göğüs cerrahisi doktoruydu. O tedavi için hastaneye içeri alırken, ben Allah’a şükrediyordum. Doktor arkadaşım beni kurtardı ve artık psikiyatri doktor arkadaşım da geldi ve babama tedavisi başlandı. Bu vesileyle bu arkadaşlarıma da tekrar şükranlarımı gönderiyorum. Yaptıkları bu iyilikleri unutamam. Hayatta kötülükler kadar iyilikler de var. Nerde kalmıştık… Babam hastaneye zar zor yatırıldı. Dr. Kasım Göktaş çok iyi bir hekimdi. Aslında kapalı bir koğuşta; elleri ve kolları bağlanarak tedavi edilmesi gerektiğini, söylemişti. Çünkü atağı çok şiddetliydi. Ama babacığım bana demişti ki “Beni sakın Manisa’ya göndermesinler! Kafama yapılan elektrik şoku canımı çok acıtıyor.” Ben de doktoruna “Babamın yanında ben kalacağım. Herşeyi ile ilgileneceğim. Lütfen sevk etmeyin!” dedim. Sağolsun kabul etti. İki ay benim refakatimle hastanede kaldık. O kadar zor günlerdi ki… Baba başka bir baba…Halüsinasyonları, ilaçların yan etkisi ile sersemlikleri… Hep yanındaydım. Tek isteğim iyileşmesiydi. Cumhurbaşkanıydım onun hayal dünyasında… O iyileşene kadar onun hayal dünyasına katıldım…

Bu iki aylık süreç nasıl geçti? Neler yaşadınız beraber?

Açık koğuşta beraber, aynı odada kaldık. İlaçlar uyutmaya başlamıştı. Hiçbir ihtiyacını kendi yapamayacak halde sersemdi. Tuvalete, diye odada yere yapıyor, yemeğini zar zor yiyordu ve uyandığında hezeyanları, devam ediyordu. Bunlarla başa çıkıyordum ama en büyük korkum, kaçıp gitmesiydi. Bir gün  tuvalette sigara içtikten sonra beni odaya gönderip birşeyler istemişti. Onları alıp geri döndüğümde babam tuvalette değildi. Her yere baktım, hastanenin bahçesine baktım, yoktu. Artık umudumu kesmiştim. Odaya, doktora kaçtığını demek için döndüğümde; babamın koridor da beni aradığını gördüm. Dünyalar benim oldu. Ona sımsıkı sarıldım, bir daha onu yalnız bırakmadım.

Ramazan ayı olduğu için oruç tutup haline sabretmeye çalışıyordum çünkü çok zor günlerdi. Babamın sürekli ben hasta değilim, beni çıkart, bu ilaçlar beni uyutuyor, demesi beni çok üzüyordu. Bol bol dua ediyordum. Bazen benim de babamı gerçekten niye uyutuyorlar, diye sorguladığım günler olmuştur. Bir ay o hastanede gece-gündüz babamın yanındaydım. Onun için çok zordu. Başka bir dünyada kendi hayalleri içinde yaşıyor, hastalığını kabul etmiyordu. Ama biz farkındaydık, hastaydı. Doktorunun her dediğini yapıp, her gün hem hemşiresi oldum hem de kızı oldum. İlaçları hemşire gözetmenliğinde veriliyordu ama bazen öyle çıkılmaz durum olduğunda hem sakinleştirip konuşuyordum hem de onu belirtilerini takip edip hemşire arkadaşlarıma ve doktoruna iletiyordum.

Bahçeye çıkardık babamla. O banklarda ağaç altında uyumayı severdi. Ben de kenarda yanında oturur, bol bol dua eder; karıncaları, ağaçları, etrafı izlerdim. Yeter ki o rahat etsin, diye. İlaç ve yemek saatinde odaya gider sonra tekrar bahçede çayımızı içerdik. Canım babam seninle baş başa bir ay… Sen hiçbir şeyin farkında değildin ama ben o kadar çaresizdim ki. Ne akraba ne arkadaş kimse yoktu yanımızda…

Allah’tan çok çabuk tedaviye cevap verdi. Taburcu olduk. Bir ay da hafta içi her sabah hastaneye yürüyerek, sohbet ederek, gider; doktorumuza muayene olur, eve dönerdik. Yine böyle bir gün muayene sonrası fotoğraf çekip para kazanmak için sahile inmek istedi. Ama tedavisi ve refakati devam ettiği için beraber gittik. Önden babam gitti; müşterisi gelirse beni fark etmesinler, diye geride kaldım. Birden taksi şoförü bir adam babama bağırdı “Hey teneke! Gene mi burdasın?” Babamın o an korktuğunu ve üzüldüğünü, gördüm. Ben de adama “Sen ne diyorsun! Ne tenekesi babam, o benim!” diye bağırdım. Adam dalga geçmeye devam etti. Babam eve dönmek istedi. O an hayata bağırmak istedim. Babamla kimse dalga geçemezdi!

Eve gittik… Hiçbir şey demedim babama üzülmesin, diye. Elime telefonu aldım. Taksi şoförü derneğine, Antalya valiliğine, herkese şikayetimi, bildirdim. Sonuç ne oldu, bilmiyorum ama hayata bir kez daha kırıldım.

Ailesi olarak biz iki ay iyi olsun, diye mücadele ederken toplumdaki bazı insanlar halden anlamadığı gibi bir de tedavisine ket vuruyorlardı. Babam gibi nice insanlarla dalga geçiliyor bu toplumda. Bunun için cezai yaptırımlar uygulanmalı ki en azından bu cesareti bulamasınlar.

Şizofreni tanılı insanların normal bir hayat yaşamaları imkansız mı sence?

Benim babam normal hayat yaşadı. Niye yaşamasınlar ki… Önce devlet koruma altına aldıktan sonra toplum bunları hor görmezse, doktorlar tarafından doğru tanı ile iyi takip edilirse, ailesine bu hastalıkta nelerle karşılayacağı, neler yapılması gerektiği anlatılırsa niye imkansız olsun ki…

Şizofren genetik bir hastalık mı? Diğer aile üyelerinde böyle bir durum yaşandı mı?

Babamın hastalığı ben de ya da kardeşlerim de olur mu diye, çok araştırma yapmıştım. Bütün veriler sadece genetik değil çevresel etkenler de tetiklerse bu hastalık ergenlik ile birlikte çıkabilir, diye okumuştum. Ve çoğu psikiyatri doktoru da bu konuda hem fikir. Yani onlar şizofren hastası olarak doğmadı. Çevresel koşullar, ailesi, toplum tarafından zorlandı, tetiklendi, yalnız bırakıldı ve sonunda hasta oldu. Doğru tedavi alamadı. Herkes etrafından uzaklaştı, yalnızlaştı. Şizofren tanısını aldıktan sonra da hepten yalnız kaldı. Unutmayın bu hastalık onların değil ailesinin, toplumun ve maalesef yetkili kurumların suçu. Aile terk eder, toplum dalga geçer, yetkililer de sanki o kişi suç işlemiş gibi kolluk kuvvetleri çağırıp hapse ordan hastaneye gönderirse ve hastanede de uyutmadan, kollarını bağlayarak, beyne elektrik vererek tedavi etmeye çalışılırsa elbette bu hastalar iyileşemez.

Bu gibi insanların ve ailelerin nasıl bir yol izlemeleri gerekir?

Sadece aile ve hastanın değil, devletin çare bulması gerekiyor. Maalesef bu hastalıkta hasta, hasta olduğunu kabullenmiyor. Burada ailenin iknası, tavrı, iletişimi ve takip kısmında, dikkatli olması gerekiyor. Tabi en önemli kısımda iyi bir hekim. Biz maalesef on yıl önce bulduk. Ailenin kesinlikle ataklar, ilaçların kullanımı konusunda bilgilendirilmesi gerekiyor. Bununla görevli hizmet veren toplum sağlığı merkezleri var ama maalesef daha etkin bir hizmet anlayışları olmalı. Yapılan hizmet işe yaramalı. Sadece prosedürde kalmamalı. Eğer hastalar böyle iyi desteklenirse topluma kazandırılabilir. Çünkü birçok aile, böyle hastası olduğu için utanıyor. Sanki bulaşıcı hastalıkmış gibi etrafındaki insanlar aileyi terk ediyor, yalnız bırakılıyor. Aslında psikiyatrik hastalıkların toplumla birlikte, sosyalleşerek iyileştiğini babamın seyyar fotoğrafçılık yaptığında anladım. Yani aile ve hasta kadar toplum da bu konuda bilinçlenmeli. Şizofrenik hastalara toplumda acınası, dışlayıcı hatta aşağılayıcı bir tutum sergilemek yerine, içine alıcı ve destekleyeci bir tutum geliştirilebilir. İnanın o zaman bu gibi hastalar inanılmaz iyileşiyor. Tabi burada yine yetkili kurumlara büyük iş düşüyor. Aile ve hasta kadar toplumun bu konuda bilinçlenmesi ve nasıl davranacağını bilmesi konusunda sosyal sorumluluk projeleri gerçekleştirilebilir.

Hem bir hemşire hem de bir şizofren hastası babanın kızı olarak yaşadığın deneyimlerden bu konuda yol gösterici neler söylemek istersin?

Sakın onlara acıma duygusu ile bakmayın. Aslında çok güçlü, duygusallar. Bana göre çok zeki insanlar. Sadece biraz yardıma, takibe ve sevgi dolu bir yuvaya ihtiyaçları var. Eğer bu ihtiyaçları karşılanırsa dünyanın en mükemmel insanı ile olduğunuzu anlayacaksınız.

Bu röportaj için teşekkür ederim. Tek isteğim devletin kolluk kuvvetleri ile değil; toplum sağlığı merkezleriyle, bu hastalar ve aileleri için koruyucu, takipli bir sistemin kurulması. Benim çocukluğum çok acılar içinde geçti ama inanın kimsenin vermediği desteği babam verdi. “Ben en zor anımda umutsuzluğa kapılmadım. Sen de kapılma! Hayat bir mücadele… Kalk ve devam et!” dedi. Rahmetli babamı sevgi ve  saygı ile anıyorum. İyi ki benim babamdın. Seni çok seviyorum…

Esen Güney

Esen Güney Married She has a son and was born in Giresun. She lives in Istanbul. Since 2014, she has been working as a writer and publication editor at fikrikadim.com. She has published essays, stories and interviews. He still continues to write and conduct interviews.


Fatal error: Uncaught TypeError: fclose(): Argument #1 ($stream) must be of type resource, bool given in /home/fikrikadim/public_html/wp-content/plugins/wp-super-cache/wp-cache-phase2.php:2386 Stack trace: #0 /home/fikrikadim/public_html/wp-content/plugins/wp-super-cache/wp-cache-phase2.php(2386): fclose(false) #1 /home/fikrikadim/public_html/wp-content/plugins/wp-super-cache/wp-cache-phase2.php(2146): wp_cache_get_ob('<!DOCTYPE html>...') #2 [internal function]: wp_cache_ob_callback('<!DOCTYPE html>...', 9) #3 /home/fikrikadim/public_html/wp-includes/functions.php(5420): ob_end_flush() #4 /home/fikrikadim/public_html/wp-includes/class-wp-hook.php(324): wp_ob_end_flush_all('') #5 /home/fikrikadim/public_html/wp-includes/class-wp-hook.php(348): WP_Hook->apply_filters('', Array) #6 /home/fikrikadim/public_html/wp-includes/plugin.php(517): WP_Hook->do_action(Array) #7 /home/fikrikadim/public_html/wp-includes/load.php(1270): do_action('shutdown') #8 [internal function]: shutdown_action_hook() #9 {main} thrown in /home/fikrikadim/public_html/wp-content/plugins/wp-super-cache/wp-cache-phase2.php on line 2386