Bu dünyaya bir Cahit Sıtkı Tarancı geldi

17 mins read
Cahit Sıtkı Tarancı

“Yaş otuz beş… ” denilince akla gelen şair Cahit Sıtkı Tarancı bu şiiriyle hafızalarımıza kazındı. Belki de kısa olan hayatının da habercisiydi kim bilir? “Otuz beş yaş” şiiri aslında otuz beş yaşa bir dönüm noktası olarak bakmamıza neden oldu. Otuz beş yaşa gelince hep aynı duygulara kapıldık. Yaşlanmak, ölüm ve hayatı sorgulamak gibi…  Bundan sonra da Otuz beş yaşla yolu kesişen her insan, yine benzer duygulara kapılacaktır. İşte bu nedenle Cahit Sıtkı Tarancı hayat yolumuzda önemli bir yere sahiptir. 

Cahit Sıtkı Tarancı

Bugün 4 Ekim ve Cahit Sıtkı Tarancı‘nin doğum günü. O, her ne kadar ölümü bize hatırlatsa da biz onun doğum gününü kutluyoruz. İyi ki doğdun ve bizim için iyi ki şiirler yazdın… 

Bu nedenle kısa bir hayat hikayesini derledik ve Otuz Beş Yaş şiirini paylaştık. İyi okumalar… 

4 Ekim 1910’da Diyarbakır’da doğdu. Asıl adı Hüseyin Cahit’tir. Diyarbakır’ın eski ve köklü ailelerinden Pirinççizâdeler’e mensup Bekir Sıtkı Bey’in oğludur. İlk ve orta okulu Diyarbakır’da bitirdi Daha sonra babası tarafından İstanbul’a Saint Joseph Lisesi’ne gönderildi. Oradan Galatasaray Lisesi’ne geçti. Burada ölünceye kadar dostlukları devam edecek olan Ziya Osman (Saba) ile tanıştı. Mezun olunca yine babasının isteğiyle Mülkiye Mektebi’ne kaydoldu (1931). Derslere karşı ilgisizliği ve çirkinliği dolayısıyla kendini içkiye vermesi, bir takım gönül maceraları yaşaması yüzünden dört yıl sonra diploma alamadan okuldan ayrılmak zorunda kaldı. Kaydını Yüksek Ticaret Mektebi’ne aldırdı (1935). Bu arada Sümerbank’ta memur olarak çalışmaya başladı (1936). Cumhuriyet gazetesinde hikâyelerini yayımlayan Nadir Nadi’nin maddî desteğiyle öğrenimine devam etmek üzere 1938 yılı sonlarında Paris’e gitti ve orada Ecole Sciences Politiques’e kaydoldu. Paris’te Oktay Rıfat’la birlikte bir süre Paris Radyosu Türkçe Yayınlar Servisi’nde spiker olarak çalıştı. Temmuz 1940’ta Paris Almanlar tarafından bombalanırken Paris’i terkedip önce Lyon’a, oradan Cenevre’ye geçti. İsviçre’de kısa bir süre kaldıktan sonra güçlükle Türkiye’ye dönebildi.

Askerlik Dönemi ardından

Bir süre Diyarbakır’da ailesinin yanında kalan Cahit Sıtkı, Mart 1941’de askere gitti. 1943’e kadar Ankara, Burhaniye ve Ilıca’da görev yaptı. Askerlik dönüşü işlerini İstanbul’a sürdüren babasının yanında ticarethanenin muhasebe defterlerini tutmaya başladı. Ancak babasıyla anlaşmazlığa düşünce işten ve ailesinden ayrıldı. 1944 yılı sonlarında Ankara’ya gitti ve Anadolu Ajansı’na tercüman olarak girdi. Bu tarihten itibaren aralarında Orhan Veli Kanık, Ahmet Muhip Dıranas, Melih Cevdet Anday, Baki Süha Ediboğlu, Oktay Rıfat , Ceyhun Atuf Kansu, Yaşar Nabi Nayır, Cevdet Kudret Aksal, Sabahattin Eyüboğlu gibi şair ve yazarların bulunduğu edebiyatçılar çevresinde yaşamaya başladı. Daha sonra Toprak Mahsulleri Ofisi’nde yine tercüman olarak çalıştı. Buradan Çalışma Bakanlığı’ndaki tercümanlık kadrosuna geçti. 1951’de Cavidan Hanım’la evlendi. 1954 yılında hastalandı. Kısmî felç dolayısıyla konuşamadığı gibi hareket de edemiyordu. Hastalığı sırasında bir süre İstanbul’da, bir süre de Diyarbakır’da ailesinin yanında kaldı. Arkadaşı Samet Ağaoğlu’nun yardımıyla tedavi için gittiği Viyana’da hayata gözlerini yumdu (12 Ekim 1956). Cenazesi Türkiye’ye getirilerek Ankara’da toprağa verildi. Diyarbakır’da doğup büyüdüğü ev daha sonraki yıllarda Cahit Sıtkı Tarancı Müzesi haline getirilmiştir.

Şairlik hevesi

Ünlü bir şair olmaya hevesi daha lisede okuduğu yıllarda başlayan Cahit Sıtkı edebiyatla ilişkisinin, küçük yaşta ailesinden uzakta sıkıcı yatılı okul hayatının hasta ruhuna yüklediği sıkıntıdan kaynaklandığını söyler. Dayısının teşvikiyle yazdığı, Abdullah Cevdet’in de takdirle karşıladığı denemelerinden sonra ilk şiirleri 1930’lu yıllarda Servet-i Fünûn-Uyanış ve Muhit ile Galatasaray Lisesi’nin Akademi dergisinde, daha sonraki yıllarda Varlık, Yücel, İnkılâpçı Gençlik, Ağaç, İnsan, Gündüz, Akpınar, Ülkü, Kültür Haftası, İstanbul, Yaratış, Cumhuriyet, Akşam, Vatan, Sanat ve Edebiyat gibi gazete ve dergilerde yayımlanır. Edebiyat dünyasında tanınmasında Peyami Safa’nın 1932 yılında Cumhuriyet gazetesinde şiiri üzerine yazdığı üç yazının büyük etkisi olur. 1945’te Cumhuriyet Halk Partisi şiir yarışmasında “Otuz Beş Yaş” şiiriyle birinci olur. Böylece şöhreti bir anda yayılır.

Cahit Sıtkı, Fransız sembolist şairlerinden Baudelaire, Verlaine, Rimbaud, Valéry ve Paul Eluard’ın etkisinde kaldığı ilk şiirlerinde vezne ve şekle önem verdiği gibi şiirde ses, anlam ve biçim bütünlüğünü âdeta şart koşar. Yetişme çağlarında biraz da döneme hâkim olan milliyetçi ve memleketçi edebiyat dolayısıyla halk şiirinden etkiler alan Cahit Sıtkı’nın 1935’ten sonra yazdığı şiirlerde yalnızlık ve ölüm temaları üzerinde yoğunlaştığı dikkati çeker. Bu temalar üzerinde ısrarla durmasını dönemin toplumsal şartları dolayısıyla içine düştüğü nihilizm duygusuyla açıklayan Mehmet Kaplan onu metafizik seviyeye yükselememiş, dünya ile boşluk arasına sıkışıp kalmış, hayata sarılmak isteyen  fakat hayatta da aradığını bulamayan bir şair olarak değerlendirir. Çağdaşi Orhan Veli ve arkadaşları gibi O da gerek toplumsal gerekse dinî ve tarihî değerlere ilgi duymadığından boşluğa düşmüş, bundan dolayı bir kaçış psikolojisiyle bazen tabiata, bazen da yaşama sevincine sığınmaya çalışmıştır.

Çağdaşlari olan diğer şairler gibi dünyayı duyularıyla kavramaya ve tadını çıkarmaya çalışan Cahit Sıtkı’nın hemen bütün şiirlerinde ölümün gölgesinde yaşayan insanoğlunun yaşama sevinci veya burukluğu hissedilir. Şiirlerinin çoğunda ölüm, içinde yaşanılan bu güzel dünyayı sona erdirecek bir tehdit şeklinde varlığını hissettirirken mutluluğu zaman zaman çocukluk günlerine dönmek suretiyle yakalamaya çalışır. Şiirlerinde yaşamayı âdeta bir ibadet gibi gören, vatan topraklarının mutlu insanlarla dolmasını arzulayan Cahit Sıtkı’nın günlük hazları ölümsüzleştirmesi büyük başarılarından biri kabul edilmiştir. Şiirlerinde yalnızlık, çaresizlik, çirkinlikten şikâyet ve ölüm korkusu yanında yaşama sevinci de dikkati çeken en önemli temalardır. Fazla bir derinlik taşımamakla birlikte sade, akıcı ve âhenkli bir dil kullanması dolayısıyla şiirleri devrinde geniş bir okuyucu kitlesi tarafından sevilerek okunmuştur.

Türk edebiyatında şiir ve şairler

Türk edebiyatında şiir üzerine en çok düşünen şairlerden biri olan Cahit Sıtkı bu konudaki görüşlerini çeşitli yazılarıyla mektuplarında uzun uzadıya açıklamıştır. Yazılarından birinde, “Şiir kelimelerle güzel şekiller kurma sanatıdır” der. Ona göre kelime annedir, dosttur, hasrettir, hayaldir… Yani bir anlamı, çağrışımı, bir gölgesi hatta bir rengi ve adı olan nesnedir. Şiirde mükemmellik ne aruzun ne hecenin ne de serbest veznin tekeli altındadır. Şairin kullandığı dilden en yüksek derecede yararlanması şiirini mükemmele yaklaştırır. 

Cevat Sadık ve İrfan Kudret takma adlarıyla bir kısım şiirleriyle paralellikler gösteren hikâyeler de yazan Cahit Sıtkı, şahsî yaşantısının ve kültürünün kendisine kazandırmış olduğu birikimi şiirleriyle birlikte hikâyelerinde de bol bol kullanmıştır. Zaman zaman hikâyelerinde işlediği konuları kelimelerin istifinden doğan şiir sesine ulaştıkları zaman şiirine geçirmiş, bazan da şiirini yazdıktan sonra onu bir de hikâyede işleyerek açıklamıştır. Böylece hikâye ve şiirleri âdeta birbirini tamamlamıştır. Olay örgüsünün genellikle basit bir çerçevede geliştiği hikâyeleri her şeye rağmen hayatın yine de yaşanmaya değer olduğunu anlatır Cahit Sıtkı ölümünden sonraki yıllarda da sevilen ve okuyucusu azalmayan bir şair olmaya devam etmiştir.

Eserleri. Şiir: Ömrümde Sükût (İstanbul 1933), Otuz Beş Yaş (İstanbul 1946), Düşten Güzel (İstanbul 1952), Sonrası (yetmiş üç yeni, on tercüme şiir, ölümünden sonra hakkında yazılanların bir kısmı, İstanbul 1957), Bütün Şiirleri (haz. Asım Bezirci, İstanbul 1983).

Mektup: Ziya’ya Mektuplar (Ziya Osman Saba’ya yazdığı elli yedi mektup; başında Saba’nın “Cahit’le Günlerimiz” başlığıyla yer alan uzun bir yazısı vardır, İstanbul 1957), Eşime ve Nihal’e Mektuplar (haz. İnci Enginün, Ankara 1989).

Makale-deneme: Yazılar, Makaleler, Konuşmalar, Yanıtlar (haz. Hakan Sazyek, İstanbul 1995).

İnceleme: Peyami Safa: Hayatı ve Eserleri (İstanbul 1940).

En sonunda değerli şairimizi şu güzel şiirini tekrar hatırlayarak analım… 

 

OTUZ BEŞ YAŞ

Yaş otuz beş! yolun yarısı eder.

Dante gibi ortasındayız ömrün.

Delikanlı çağımızdaki cevher,

Yalvarmak, yakarmak nafile bugün,

Gözünün yaşına bakmadan gider.

 

Şakaklarıma kar mı yağdı ne var?

Benim mi Allahım bu çizgili yüz?

Ya gözler altındaki mor halkalar?

Neden böyle düşman görünürsünüz,

Yıllar yılı dost bildiğim aynalar?

 

Zamanla nasıl değişiyor insan!

Hangi resmime baksam ben değilim.

Nerde o günler, o şevk, o heyecan?

Bu güler yüzlü adam ben değilim;

Yalandır kaygısız olduğum yalan.

 

Hayal meyal şeylerden ilk aşkımız;

Hatırası bile yabancı gelir.

Hayata beraber başladığımız,

Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir;

Gittikçe artıyor yalnızlığımız.

 

Gökyüzünün başka rengi de varmış!

Geç farkettim taşın sert olduğunu.

Su insanı boğar, ateş yakarmış!

Her doğan günün bir dert olduğunu,

İnsan bu yaşa gelince anlarmış.

 

Ayva sarı nar kırmızı sonbahar!

Her yıl biraz daha benimsediğim.

Ne dönüp duruyor havada kuşlar?

Nerden çıktı bu cenaze? ölen kim?

Bu kaçıncı bahçe gördüm tarumar? 

 

Neylersin ölüm herkesin başında.

Uyudun uyanamadın olacak.

Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında?

Bir namazlık saltanatın olacak,

Taht misali o musalla taşında.

Kaynaklar: Edebiyat Ans. wikipedia. İslam ans

FİKRİKADİM

The ancient idea tries to provide the most accurate information to its readers in all the content it publishes.