/

Bir Tiyatro Seyircisinin Mükemmeli Arayışı

18 mins read

Bir Tiyatro Seyircisinin Mükemmeli Arayışı

Tiyatronun en önemli unsurlarından biri seyirci. Seyirci olmazsa gerçekleşemiyor. Ben de bu yazımda seyirci olarak nasıl oyunları değerlendirdim, bunun yanında nasıl davranışlarda bulundum, koltuktayken neler yaşadım, seyirci olarak nasıl gelişim gösterdim, ne gibi tecrübeler kazandım; onu yazacağım… Bu yazdıklarım yaklaşık 2014’den 2020 salgın zamanına kadarki dönemi kapsamaktadır.

İlk zamanlarda çok acemiydim. Ben oyunu seçmiyor, oyun beni seçiyordu. O hafta sonu bana yer ve zaman olarak hangi oyun uygunsa ona gidiyordum. Bir de tek başına gidilmez, mantığıyla ailemi zorla giydirip kuşandırıp tiyatroya götürdüm. Neyse ki acemi şansından ilk oyun iyiydi. Sersem Kocanın Kurnaz Karısı oyunuydu. Oyun hakkında bir bilgim olmasa da ismi çok tanıdık ve sıcak gelmişti. O yüzden karışık olan ilk perdeyi anlayamadım. İkinci perdede oyun oturdu ve müthiş bir hal aldı. Haldun Taner‘in yazdığı bu önemli oyun, tiyatromuzun bu topraklarda yeşermesini sağlayan Ahmet Vefik Paşa‘yı konu alıyordu. 

Bir Tiyatro Seyircisinin Mükemmeli Arayışı

İkinci şansım Orhan Kemal‘in yazdığı Tersine Dünya isimli oyunuydu. Absürt bir komedi olan oyunda kadınlar ve erkekler yer değiştirirse nasıl bir dünya olur sorusuna cevap veriyordu. Aslında oyundan ziyade müzikaldi. Danslar, müzikler, oyunculuklar harikaydı. Böyle bir müzikali canlı seyretmek beni fazlasıyla mutlu etti. Yalnız o zamanlar ilkokula giden oğlumun seviyesine ağır geldiğini sonradan farkettim. İleriki zamanlarda bu konuda daha dikkatli davranmam gerektiğini anladım. Yine de oğlum ve eşim oyundan memnun kalmıştı. Onlara tiyatro sevgisi aşıladığım için kendimi bir sanat elçisi, gibi hissediyordum. Öyle havalara girmiştim. Bu saadetin böyle sürüp gideceğini, sanıyordum. Yol arkadaşlarım hep yanımda olacaklardı. Ta ki diğer oyuna kadar… 

Ailecek gittiğimiz en son oyun Erkek Arkadaş isimli Broadway müzikaliydi. Gençlik hikayelerini anlatan oyunu beğenemedik. Yol arkadaşlarımdan ilk çatlak sesler çıkmaya başladı. Ben her ne kadar beğenmesem de oyunu seyretmeye devam etme taraftarıydım. Ama ikiye bir oy çokluğuyla birinci perdeden sonra oyundan ayrıldık. Bu olay, seyircilik hayatımda bir dönüm noktası oldu. Birkaç defa arkadaşlarımla gitme girişimlerim de hüsran olunca artık yoluma yalnız ama yıkılmamış bir seyirci olarak devam edecektim. Zamanla tek başına tiyatroya gitmenin daha az kaygı verici ve fazlasıyla yararlı olduğunu deneyimledim. Kaygısı az oluyor çünkü oyuna davet ettiğin kişilerin, oyunu beğenip beğenmeme sorumluluğunu taşımıyorsun. Daha faydalı oluyor çünkü tek başına, iç dünyanla oyunu daha iyi irdeliyorsun. 

Oyun seçimi konusunda, daha dikkatli davranmaya karar verdim. Oyunlar hakkında ön araştırmalarımı derinleştirdim. Eleştiri ve yorumlar her ne kadar göreceli olsa da beni etkiler oldu. Bütün bu araştırmalara rağmen heyecanla gidip hafif bir hayal kırıklığı yaşadığım oyunlar da oldu. Bu yazdıklarım, oyuna verilmiş bütün bir emeğe saygısızlık olarak algılanmasın. Bunlar sadece benim izlenimlerim ve bütün bir oyunu kapsayan durumlar değil. Belki de hayal kırıklığının sebebi bu oyunlarda beklentimin yüksek olmasıdır. Önemli bir yazar veya yönetmenin olması etkilemiş olabilir. Bunlardan biri çevirenin ve yönetmenin Haldun Dormen‘in olduğu Karmakarışık isimli oyundu. Konusu filmlerde aşina olduğumuz komik dedektif hikayelerine benziyordu. Fazla sıradan geldiği için beklentimin altında kaldı. Ama oyunculuklar çok iyiydi. Gittiğime yine de pişman olmadım. 

İstanbul Şehir Tiyatroları’nın oynadığı Macbeth oyununa da Shakespeare‘in eseri olduğu için çok heveslenerek gitmiştim. Fakat oyun daha çok metaforlarla ilerlediğinden zevk vermedi. Tek perdede biten oyunda beni etkileyen sahne, seyirciler salonu terk ederken bir genç kızın koltukta kalakalmış bir vaziyette, yüzünde garip bir anlamsızlık içinde “Ne oldu şimdi? Ben bir şey anlamadım!” demesiydi. Anladım ki seyirci de koltukta kendi oyununu oynuyor. 

Ahmet Hamdi Tanpınar‘in Huzur isimli romanından uyarlanan oyuna da çok merak ederek gittim. Yazar ve roman çok önemli olunca yine beklentim yüksekti. Ama Huzur oyunu pek huzur vermedi. Diyaloglar romanın oyuna iyi aktarılamamıştı.  Beyaz elbiseli bir kadının, şimdi hatırlamadığım bir şeyleri mırıldanarak, seyirciler arasında ruh gibi dolaştığı sahne aklımda kaldı. Kim bilir belki bu sahne için bile değerdi gitmeye…

Bir yandan seyirci olarak gittiğim oyunun çoğuna bir kulp bulduğumu, dudak büktüğümü farkettim. Şunu anladım ki mükemmel oyun diye birşey yoktu. Aslında mükemmeli aramak, hataları görmeye itiyordu, insanı. Oyunu hatalarıyla kabul edeceksin. Zaten hangimiz mükemmeliz ki mükemmellik bekliyoruz. 

Yavaş yavaş tiyatro salonlarını tanımaya başladım. Evime yakın salonlar dışında başka salonlar nasıl, diye merak ettim. Bu konuda İstanbul Şehir Tiyatroları’nın salonlarını beğendiğimi, söyleyebilirim. Harbiye Muhsin Ertuğrul, Üsküdar Musahipzade, Kağıthane Sadabat sahneleri…  Tarihi ve nostaljik açıdan beğendiğim Kadıköy Haldun Taner Sahnesi oldu. Orada Hayal-i Temsil oyununu seyretmiştim. Hem oyun hem salon açısından tam anlamıyla bir sanat şöleniydi benim için. 

Salon olarak beğenmediğim Üsküdar Tekel Sahnesi‘ydi… Her ne kadar konum olarak tarihi sahilde olsa da salonun bana göre tiyatro seyretmeye uygun olmadığını gördüm. Sahneyi, insan kafalarından dolayı göremiyordum..Orada izlediğim tek oyun olan Alyoşa‘yı oynayan oyuncu harika oyunculuk çıkarmıştı da salonun azizliğini biraz unutturdu. Tabi izlemek için bayağı bir akrobatik hareketler yapmam gerekti. 

En çok heyecan duyduğum müzikal ise klasikleşmiş Cibali Karakolu oldu. Kapalı gişe oynayan oyuna bilet bulmak için epey çaba sarfettim. Böylece büyük usta Zihni Göktay‘ı sahnede izleme şerefine eriştim. Zihni Göktay ustalığını oyunda konuşturdu. Arada  oyun dışı yaptığı doğaçlamalar, bize büyük bir keyif yaşattı. O anlarda  rol arkadaşları da onu heyecanla izliyorlardı. 

Cibali Karakolu’yla ilgili komik bir anımı paylaşmak isterim. Kağıthane Sadabat Sahnesi’nde izleyeceğim. Zaten büyük bir heyecanla erkenden gelmişim. Uzun zamandır beklediğim bir oyun. Yanıma bir beyefendi oturdu. Oturmasıyla koku yayması bir oldu. Ama öyle böyle değil. Hani evde çöpünüz yaz sıcağında biraz beklerse kokar, burnunuzu kapatıp hemen atarsınız ya öyle birşey. Yanında bir arkadaşıyla gelmiş. İster istemez konuşmalarını duyuyorum. Depresyondaymış, arkadaşı tiyatroya getirmiş. Gerçekten onun adına çok sevindim ama bu kokuyla uzun bir oyun nasıl çekilirdi. O zamanlar böyle elimizin altında maske de yok. Neyse ki şansım yaver gitti. Trafiğin yoğun olmasından dolayı bazı seyirciler oyuna geç kalınca yanımdaki koltuklar boş kaldı. Ben de mümkün olduğunca orta koltuklara hızlıca kaçtım. Gerçek sahipleri gelince “Koltuklar hep karıştı… Tüh, müh…” birşeyler geveledim. Allah’tan onlarda ısrarcı olmadılar. Yalnız beyefendinin tarafına hiç bakmıyorum. Sanki orası yokmuş gibi davranıyorum. Yani bir bakıma ben de oyun oynadım. Oyunun sonunda Zihni Göktay’la tanışma mutluluğuna da erişerek, mutlu mesut evime döndüm.

Klasik tiyatrodan farklı açılımlara da yöneldim. Bunlardan biri Moda Sahnesi‘nde izlediğim En Kısa Gecenin Rüyası isimli oyundu. Sahne, stadyum gibi seyircilerin ortasındaydı. İlk sıralarda seyirciyle oyuncu arasında mesafe yoktu. Ben normalde üst sırada oturuyordum. İlk geldigimde seyirci olarak yadırgamadım, diyemem. Sudan çıkmış balık gibi hissettim. Sonra alıştım. Ara verilince boş kalan ön sıraya oturdum. Bu sayede seyirci olarak farklı bir deneyim yaşadım. Oyuncuların oynadığı sahnede, aynı zeminde olmak heyecan vericiydi. Onlar dans ederken yanımızdan geçiyor, göz teması kuruyor, laf atıyorlardı. Seyirciyi de oyuna katıyorlardı. Kendimi oyunun bir parçası hissettim. Oyunun sonunda dans ederlerken kalkıp oynamamak için zor tuttum kendimi. O kadarına cesaret edemedim. Ama oyunculardan biri işaret etse hemen kalkacaktım. Gerçekten bol danslı, eğlenceli, enerjik bir oyundu. Temposu hep yüksekti. Oyuncuların seyirciyle ilişkileri, mimikleri, jestleri çok iyiydi.

Tatar Çölü

Değerini izlerken anlayamadığım oyun da oldu. Tiyatral Sanatlar Akademisi‘nin Tatar Çölü oyunu içimde bir yara olarak kalmıştır. Bir cuma akşamı yorgunluğu ve kafamın başka bir gündemle meşgul olması nedeniyle oyuna bir türlü odaklanamadım. Halbuki oyunculuklar, sahneler çok iyiydi. Bu da bize seyircinin de mental olarak hazır olması gerektiğini gösteriyor. Sadece oyunun iyi olması yetmiyor. Daha sonra yana yakıla oyuna tekrar gitmeye niyetlendim. Ne bilet bulabildim ne oyunun bir daha izine rastladım. Oyun gösterimden kaldırılmıştı. Nedenini çok merak ettim. Birkaç defa iletişim adreslerine mail attım ama cevap alamadım. Tatar Çölü tıpkı oyundaki Bastiani Kalesi’ni çevreleyen hayali düşmanlar gibi kaybolup gitti. Ben de oyunun baş karakteri Giovanni Drogo gibi çaresiz kaldım. 

Vahşi Batı‘da sahne yavaş yavaş yıkılırken acaba gerçek mi, düşüncesine kapıldım. Karıncalar-Bir Savaş Vardı’da oyuncunun ayağının altındaki bombanın patlayacağı korkusu ve gerilimi içindeydim. Bir yandan savaşta ölen askerlerin yarım kalan hayatlarının acısını hissettim. Tatar Çölü’de kar yağma sahnesinde, beyaz taneciklere ellerimi uzatıp dokunacak kadar başka bir dünyadaydım. Şahane Züğürtler‘de Rus soylularının daha bilgili ve görgülü, Avrupa’nınkilerin sonradan görme olduğunu öğrendim. Hamlet oyununda bir oyuncunun genç-yaşlı, kadın-erkek, iyi-kötü demeden onlarca karaktere büründüğünü ağzım açık izledim. Hırçın Kız‘da eski Avrupa sokaklarında dolaşıyordum. Aziz Dostum Çehov‘da Rusya’da bir çiftlikteydim. Çehov‘un o tatlı ve esprili halini hatırladım. Bir Nefes Dede Korkut‘la kopuz sesleri eşliğinde ana yurduma geri döndüm ve kendi özümü bulmanın huzurunu yaşadım.

İtiraf ediyorum, oyun sırasında uyuduğum da oldu. Ben de seyirci olarak mükemmel, sayılmam. Shakespeare’in 12.Gece‘sini Harbiye Muhsin Ertuğrul’da izlerken yorgunluktan uyumuşum.. Oyunun da bir parça sıkıcılığının da etkisi vardır. Telefonun sesini açık unutup çaldığı ve bütün hiddetli gözlerin bana baktığı da oldu. Eski Osmanlı hayatını anlatan oyunları, çok uzun sürdüğü ve haydi hoppa oynamalı olduğu için yarım bıraktığım; çok aç olduğumda atıştırdığım; oyuna geç kalıp alaca karanlıkta koltuğumu bulmaya çalıştığım oldu. Yapılmaması gereken her şeyi seyirci olarak yaptım. Ama bütün eksiklerime rağmen tiyatro izlemeyi hep çok sevdim. Salgından dolayı tiyatro izlemeyi çok özledim. Tiyatro seyircisine selam olsun…  

Esen Güney

Esen Güney Married She has a son and was born in Giresun. She lives in Istanbul. Since 2014, she has been working as a writer and publication editor at fikrikadim.com. She has published essays, stories and interviews. He still continues to write and conduct interviews.