Gölgeler ve Aynalar

9 mins read
1

Gölgeler ve Aynalar

Gölgeler ve Aynalar 1

Yağmurun sicim gibi yağdığı o gece; sanki gök delindi, yer yarıldı  Öyle ki mezarların üzerindeki toprak kımıldandı da kabristanda yatanlar dirilecek sanıldı. Köpekler sabahlara dek uludu, kediler huzursuz debelendi. Yaşayan insanlar dışında bütün mahlukât olanları hissetti, hepsinin canı yandı da bir insanoğlu farkedemedi. Derinlerden duyulan iniltiler zemini çatlattı, çatlaklardan süzülen yağmur suları tâ arzın merkezine ulaştı. Börtü böcek ne varsa toprakta hepsi kaçıştı, hepsi bir kenara çekilip tesbihe başladı. Bir insanoğlu göremedi, anlayamadı nasıl bir felakete dûçar olduğunu. Çünkü, insan cahil ve zâlimdi, şükürsüz ve zikirsizdi.

Saatlerin saatleri, günlerin günleri kovaladığı aceleci zamanlardı. Hayat nasıl da sular seller gibi akıyordu da kimse nasıl yaşadığının hatta hangi günde olduğunun farkına varmıyordu. Hoyratça savrulan hayatlar, boşa geçen yıllar vardı sadece. İnsanoğlu bir bakıyordu ihtiyarlık çağına gelmiş, ömürler uzuyordu belki ama ömrün bereketi kalmamıştı. İnsan dostlarından hatta en çok güvenmesi gereken ailesinden bile zarar görebiliyordu. Nimetler çöplere göz kırpmadan atılıyor, giysiler ve eşyalar kenara köşeye istifleniyor ve ihtiyaç olunmadığı halde bunların yenileri alınıyordu. Kollanması gözetilmesi gereken fakir ve yetimin hiç kıymet-i harbiyyesi yoktu. Herkeste bir gösteriş merakı, hep bana hep bana durumu vardı. Boş kafalar ve hoş vücutlar putlaştırılmıştı. Nezâket ve saygı rafa kaldırılmıştı. İnsan, Rabbinden uzaklaştıkça özünden de uzaklaşmıştı.


okumaya devam et: Said Nefisi: Baba Evi


Yağmurun sicim gibi yağdığı o gece; dağların taşların inlemesinin, insan dışındaki mahlukâtın tedirginleşmesinin elbette bir sebebi vardı…

Toprağı delip çıkmış nasırlı bir el görünüyordu ötede. Bu el bir şeye uzanıp tutacakmışçasına gergin bir şekilde yükseliyordu topraktan. Çamurlardan çıkıp yükselen bu elin üzerine ışıklar saçılmış gibiydi. El, yükseldi yükseldi sonra bir omuz göründü cılızca, ardından kulak ve kafa, topraktan aniden bir adam çıkıverdi. Hiçbir şey olmamışçasına, yırtık pırtık rengi solmuş kıyafetlerindeki çamuru silkeleyip gitmesi gereken yeri biliyormuş gibi yağmura aldanmadan kararlılıkla yola koyuldu. Gölgelerin hışırtılı sesler çıkararak dolaştığı aynalı bir mağaraydı gitmek için yola çıktığı yer. Uzun zamandır toprak altında kalmaktan uyuşmuş ayaklarını sürükleye sürükleye sanki arkasından birinin itmesine ihtiyacı varmış gibi çamurlara bata çıka yavaş yavaş ilerliyordu adam. 

Gecenin karanlığı ve yağmur, adamın kararlılığını ve menzile varma isteğini bir nebze olsun kıramamıştı. O, etrafında ne var ne yok dikkat edecek durumda değildi, eğer dikkat etseydi göreceği şuydu; hemen sağında güneşli güzel bir gün vardı. Mutlu insanlar güllerin mis gibi kokusunu içlerine çekerken, adamın ayaklarına dikenler batıyordu. Yol zorlu, yolcu kararlıydı. Gölgelerden ve aynalardan müteşekkil mağaraya varmaktı emeli. Aç, susuz, yalın ayak gecenin karanlığında yağmurun ıslaklığında, gözü yalnızca yolda ilerledi, ilerledi…

Önünde ve arkasında sayıları çok olmasa da kendisi gibi başkaları da vardı, ve yırtık, çamurlu elbiselerle yalın ayak ilerleyen. Bu insanlardan bazıları çok kısa bir süre içinde çamura yüzükoyun düştüler, bazılarının çamurdan ayakları kayıp yere yığıldılar, bazıları da bu adam gibi uzun süre mücadele ettiler fakat mağaraya yaklaştıkça onlar da birer birer çamurlu toprağa düştüler.

Saatler sonra mağaranın girişine ulaştığında tek başınaydı adam yağmur dinmiş ve gün ağarmaya başlamıştı. Görevini tamamlayacak olmanın gizli gururuyla, tırnaklarını kanatacak da olsa mağaranın girişindeki kocaman taşları yerlerinden kaldırmaya çalışıyordu. Azimle yaptı bu işi de adam, taşları alıp alıp savurdu sağa sola. Taşlar bitince, toprakları elleriyle kazıyarak yol açtı giriş için kendine . Güneş yükselmeye başlayınca önündeki engeller de kalkmıştı. Adam, kendini mağaranın girişinde buluverdi ve tozdan , çamurdan kararmış yüzüne tatlı bir gülümseme yayıldı. Bunca çaba ve zorluk meyvesini vermişti.

Mağaranın duvarlarındaki gölgeler yavaşça aşağı kayarak kayboldu, mağara zemininde zincirlere vurulmuş yatan insanların zincirleri birer birer kırıldı. Adam, soldaki üstü eski ve tozlu bir çaputla kapatılmış aynaları alıp mağaranın duvarlarına astı, zincirlerden âzâde insanlar yattıkları yerden doğrulup aynalarda görüntülerine baktılar ve her biri aynada görmek istediği ne ise onu gördü.

Mağaranın kapısından içeri güçlü ve sıcak bir ışık hüzmesi yayıldı. Oradakiler kafalarını çevirip bu ışığa baktılar ve gözleri kamaştı hepsinin. Herkesin tam da aradığı buydu işte…

Nilgün Bircan

1974 Ankara doğumlu. Hacettepe Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu. 25 yıllık meslek hayatında  pek çok lisede edebiyat öğretmenliği yaptı. .Bununla birlikte  il milli eğitim müdürlüğü ar-ge biriminde proje işleri, müdür yardımcılığı, Milli Eğitim Bakanlığı Materyal Geliştirme Daire Başkanlığında görevlendirmeleri oldu.
İngilizce'den çeviri bir eseri, çeşitli dergi ve gazetelerde yayımlanmış hikayeleri, makaleleri ve İngilizce, Farsça ve Osmanlıca çevirileri bulunmaktadır.
Karakalem çizim yapmakta ve yan flüt çalmaktadır.