/

Kendilik bilgisi 

46 mins read
Kendilik bilgisi 

Kendilik bilgisi 

(Ahmet Turan Esin’in sohbetinden kayda alınıp derlenmiştir.)

Ebu Musa (r.a) şöyle rivayet etti: “Peygamber (s.a); ‘Aziz ve Celil olan Allah’ın benim vasıtamla gönderdiği hidayet ve ilim yağmura benzer. Bir toprağa düşer ki onun bir kısmı güzel bir taifedir. Suyu kabul eder de çayır ve bol ot bitirir. Bir kısım da kurak olur, suyu tutar da yüce Allah onunla halkı faidelendirir. Ondan hem kendileri içerler, hem de hayvanlarını sulayıp güderler.

Bu yağmur diğer bir nevi toprağa daha isabet eder ki o düz ve kayıptır. Ne suyu tutar ne de çayır bitirir. Allah’ın dinini anlayıp da Allah’ın benimle gönderdiği hidayet ve ilimden faydalanan ve bunu bilip başkasına bildiren kimse ile (bunu duyduğu vakit kibirinden) başını bile kaldırmayan ve Allah’ın benimle gönderilen hidayetini kabul etmeyen kimse işte böyledir’ buyurdu.” (Buhari 79/238, Müslim 2282/15)

Rivayet edilen şu hadis asıl itibariyle hayatın tüm cephelerine bakan önemli bir haber. Zira, farkettiğiniz gibi Peygamber (sav), üç insan tipiyle ilgili konuşuyor. Bunlardan bir grubu, verimli toprak gibidir. İlimi içine çeker, kabul eder ve içinde bolca otlar oluşur ve bundan da herkes istifade eder.

Bir diğeri ise kayalık gibidir. Yağmur sularını oyuklarında toplar ve bu su içildiği gibi hayvanları da su ile besler boşa gitmez. Bir kısmı da günümüzde en çok görülen guruptur. Hangi işle meşgul olursanız olun veya ilimle, irfanla  meşgul olun; farkedersiniz ki bu tipoloji çok sayıdadır. Düz ve kaypak kayaya benzerler ne suyu tutar ne de çayırı beslerler. 

Böylece anlıyoruz ki bir grup insan ilimden hem faydalanır hem de çevresine fayda sağlar. Herkes istifade eder ondan. Oyuklu kaya gibi olan ise toprak kadar içselleştirmiyor ama hem öğreniyor, hem topluyor, hem de dağıtıyor; öğretiyor. 

Üçüncü sınıf insan tipi ise; duyduğu zaman kibrinden kafasını kaldırmayan, öğrenmeye çalışmayan kişi gibidir.

Tanrı, varlık, kendilik bilgisi

İlim ve bilgi insanlık tarihi boyunca üç kısımda toplanmıştır. Birincisi insanın kendini bilmesi, yani kendilik bilgisi. İkincisi yaratıcıyı bilmesi, Tanrı bilgisi, üçüncüsü ise kendi dışındaki varlığı bilmesi. Varlık bilgisi. Bu üç kavram; yani kendilik, tanrı ve varlık bilgisi tüm bilgi türlerini kendi içinde toplar. Mesela insanın kendini bilmesi demek esasında bir bütün olarak insan ilimleri dediğimiz ve insan tecrübesinin, deneyim ve deneylerinin sonucu olarak ortaya çıkmış psikoloji, sosyoloji, felsefe gibi bilimleri ihata ederek bir çerçeve içine alması demektir. Buna İslami ilimlerde tasavvuf, fıkıh, tefsir, kelam gibi ilimleri de katarak düşünün. İslam ilimleri dediğimiz tasavvuf, kelam, tefsir vb. her ne kadar beslendiği kaynak ilahi olduğunu bilsek de -kaynaktan beslenerek- söylenen her fikir ve nazariye insan kendi çabasıyla elde ettiği müktesebatın bir sonucu olarak kendilik bilgisidir.   

Cenab-ı hakkın bilgisi ise insanın düşünen bir canlı olarak ihtiyaç duyduğu kendilik bilgisinden öte kainatta istinad edinmesidir. Tanrı bilgisini yani kutsalı çektiğimizde, hiç bir medeniyet, etik, sorumluluk veya vicdan meselesinin tahakkuku mümkün değildir. İnsan kendisini bir savrulmanın içinde bulur. 

İnsan kendi varlığını, anlam dünyasını ötekiyle tanımlar. Beşeri ilişkilerde insan kendisini bir rekabet içinde bularak diğer memeli türler gibi yaşam mücadelesi verir. Daha derinlikli bir düşünce ile analiz edersek; evren bir çatışma ve gerginlik içinde ilerler. Fiziksel çarpışmalar ardından gelen parçalanmalar, ayrışmalar yeni nesneleri meydana getirir. Biyolojik gerilim, değişim ve dönüşüm/evrim yeni canlıların varoluşu ile ortaya çıkar. Bütün bu fiziksel ve biyolojik varoluş ve yaşam mücadelesi, çatışma hali aynı zamanda bir uzlaşmayı gerekli kılar. Zira çekişme, yarışma, çatışma bir müddet sonra kendi doğal kanun ve kurallarının gelişiminin gerektiği şartını zorunlu kılar. İnsanın yaşaması için öldürmesi gerekebilir fakat yaşamak ve öldürmek için de bir kurallar manzumesi gerekir. Ahlak ve etik dediğimiz önermelerin aşkın anlamlar kazanması gerekir. Bu bağlamda kavramlar üretmek gerekir. İşte bu aşkın kavramların üretilmesi ve aşılmasını engellemenin yolu da kendinden daha üstün bir ötekinin yani Tanrının bilgisi ihtiyacıdır. Bu nedenlerle tanrı dediğimiz mefkure devreye girer ve insanın, çatışma, rekabet, mücadele dünyasıda kurduğu medeniyet, aşkın anlamlar kazanarak meşruiyet kazanır. Bu insanın kendilik bilgisi olarak değil tanrının bilgisi olarak tezahür eder. 

Varlık bilgisi ise varlığın ne’liği bilgisidir. Kalem nedir, defter nedir, güneş nedir, virüs veya hastalık nedir gibi sorulara cevap arayışımız gibi… Bu varlık bilgisi insanın hayatının sonuna geldiğinde giderken yanına alamayacağı bilgidir. Bizler buradan giderken ancak kendilik ve Tanrı bilgisini yanımıza alabiliriz. Çünkü, hayatın akışına ve ulaştığımız sonuca baktığımızda varlık bilgisinin biz var eden değil bizim var olduğumuzu hissettiren bilgi olduğunu anlamamızdır. Oysa bizi var eden kendimiz ve bizi var ettiğine inandığımız Tanrı bilgisidir. Nihayetin kendisine baktığımız vardığımız yer; (varoluşumuz) yeni bir varlık bilgisi ile oluştuğundan arkamızda kalana ihtiyacımız olmayacaktır. “Ahir olan evvel olandan daha iyidir” ‘in manası ortaya çıkacaktır. 

Bu üçüncü tür bilgi ise özelde İslami genelde semitik ilahi dinlerin şeytani dediği bilgi, kim ne çalmış, kim nasıl soygun yapmış, nasıl aldatmış gibi faydasız/şeytani bilgi de olabilir. 

Peygamber ( sav ) diyor ki size yaratıcınız, ilahınız hakkında bilgi getirdim. Vahiy ile insan yaratıcının bilgisine ulaşabilir. Aynı zamanda Cenab-ı peygamber (sav), üstlendiği görevi gereği insana, kendilik bilgisini de getiriyor. Varlığın bilinmesinde peygamberin çizdiği çizgi “ben de sizin gibi bir beşerim” diyerek ‘varlık bilgisinin hikmetine sahip olduğunu fakat nasıllığı konusu sizin çaba ve çalışmanıza bağlı olarak verilir demesiyle de’ aradaki farkı açıklanmış olur. Misal peygamber virüsün veya bir musibetin hakikatı ve Allah’ın bu konudaki kast-ı sebebini veya muradı hakkında hikemi, irfani bilgiye sahip olabilir. Ama peygamber, virüsün nasıl tedavi edileceği ve nasıl mutantlaştığı hakkında bir bilgi sahibi olma yükümlülüğü yoktur. İnsan olması bakımından böyle bir zorunluluğa sahip değildir.

İnsanın bir iç dünyası ve bir de içinde yaşadığı dünya vardır. Kendilik bilgisi esasında insanın kendi iç dünyası ve içinde yaşadığı dünyanın bilgisi olmadan, kişinin kendi üzerine katman katman, statü, rol ve ezberlerle bakmadığı bir yerdir. İç dünyaya ancak kişinin içinde yaşadığı dünyanın ona yüklediği tüm statü, maske, roller, ezber ve bağımlılıklar kalktığı zaman erişilebilir. Kendilik, çaba veya vasfedilerek, içinde yaşadığı dünyanın tüm iliştirilmiş bilgisinden, tüm mekanizma ve parametrelerinden arındırılan alandır.

Peki, İnsanın iç dünyası çabucak ulaşılacak bir yer mi?

Maalesef tarih boyunca tüm İslami gelenek, tüm felsefe bu konuda öğretiler koymuş masaya. Esasında kendilik bir takım katmanlardan ibaret olup kişinin zanları ya da şöyle ifade etsek daha anlaşılır olabilir, tecrübeleri üzerine kuruludur. Sözgelimi neden namusluyum cevabı dine, yasalara, aileye ve ahlaka atfedilir. ‘Çünkü’den sonra gelecek tüm bilgiler kişinin kendisine ait değildir. Oraya dolduracağımız her bilgi idrak ve iman edilmeksizin öğretilmiş din, etik, yasa veya aile bilgisinden oluşur. Bu sorunun dahi cevabı bizde meçhul. Kendilik bilgisi peygamberin üzerinde çokça durduğu ve buraya ulaşanların bilge veya ermiş olarak tasnif edildiği yerdir ve uzun ve meşakkatli bir hikaye ile kazanılabilir. 

Yaratıcı bilgisi kendi içinde birkaç mertebeye ait. Birinci mertebe; iman ettiğimiz yaratıcıya dair bilgiler ve bu bilginin bilmekten öte idrak edilmesidir. Yine iman ettiğimiz yaratıcıya ait bilgilerin hâle dönüşmesi yani insanın ol’laşması bir üst mertebedir. Dolayısı ile Allah beni görüyor bilgisine iman ettiğimizde biz, önce bilgi olarak biliriz, bu bilginin idrak edilmesi veya edilmemesi noktasında insan kendini görebilecek gözlerden veya kameralardan uzak bir yerde çok rahatlıkla her kusuru işleyebilir. Çünkü daha müdrik olamamıştır konuya, müdrik olansa Yunus Emre’nin hikayesinde olduğu gibi hayatının her safhasına kendini, kendilik merkezine çekmiş demektir.

Öyleyse bizim “ol“laşmaktan kasteddiğimiz şey nedir? Bizim bu öneri ile ilgili yargılarımız şöyledir: Odada da görüyor, sağımdan, solumdan her yerden beni görüyor. Bu yaşamla ilgili değil. Mesela aklınıza gelir mi? Oksijen alıyor muyuz diye. Oysaki bizim için nefes almak, nefes şöyle alıyorum, nefes şunun için var edilmiştir diye düşünmeden nefes olmazsa olmaz demeksizin nefes alırız bu işte ollaşma mertebesidir.

OL’laşma: herhangi bir bilgiyi nedeni ve nasılı üzerine bir düşünce geliştirmeden, yaşayabilmektir. “Allah beni görüyor” diyen adam artık o konuda bir hatırlatma, bir bilgiye ihtiyaç duymaz. Fakat bilginin idraki burada da kalmaz, devam eder irfan ehline göre. İşte kendilik bilgisine sahip olmayan birinin ‘Tanrı beni görüyor’ bilgisi o mertebede gereksiz ve lüzumsuzdur. Hatta ona bir yüktür. Bu büyük bir toplumsal yaradır. Allah’ın beni görüyor olması kendilik bilgimde ne işe yarıyor peki ? Benim özüm bu bilgiden nasıl fayda sağlar?

Beni var etmiş olan unsurlar coğrafya, aile, ben gelmeden önce varken ben geldikten sonra da benden bağımsız olarak devam eder. Okulda Türk olarak mutlu olmamız gerektiği ezberletildi. Hırsızlık, yalancılık kötüdür, tüm bu ahlaki bilgileri topladım ama tecrübe etmedim. Hayatta kötülük, günah sevap, hata konusunda tecrübe etmediğimiz hiç bir şey hakkında bir hakikate sahip olamayız. Bir başkasının tecrübe ederek oluşturduğu hakikatı ancak ezber edebilirsiniz. Nihayetinde bir papağan olursunuz. Papağanlar kelimeyi ezberlese de anlamına müdrik değillerdir ve onların dünyasında o kelimenin anlamının bir karşılığı yoktur. 

Lisede yasalar, etik, ahlak, cinsel, dinsel, siyasi yasaklar eklenir ve biz imar edilmiş, kurgulanmış bir bireye dönüşürüz. Bir gün; “Ben kimim?” diye sorduğumuzda karşıma ne çıkar?. Örneğin ben ahlaklıyım dediğimde, ahlak sadece bana öğretilmiş ve iliştirilmiş bir bilgi. Sen busun, bu olmalısın dendi bana, hukuk, etik öğretildi. Bu da bana ait değil ki benim dışımda gerçekleşti.

Oysa içinde yaşadığı dünyanın oluşturduğu var ettiği bir Ben’den söz ediyoruz. Dolayısı bu benim özüm değil. Yıllar sonra baktım ki esasen Türk olmak mutlu olmak anlamına gelmiyor. Esasında çalışkan da değilim veya neden çalışkan olayım ki?  Bir başkası dedi ki; “doğruyum de” doğru olduğuma dair bir tecrübem yok ki? Belki kendi özümü keşfettiğimde doğru olmadığımı göreceğim. Türküm veya İngiliz’im ne farkı var? Eğer özümde Türk oluşum ilgili bir değerim varsa bu değeri, zenginliğimi tecrübe etmedim, sanal gerçeklikler içinde var oldum. Kendilik bilgisi dolayısı ile çok değerli, insan tüm hayatını bu bilgiye erişme çabası ile geçirse bu insanı kelimenin tam anlamı ile tanrılaştıracak bir iştir ve yine manayı kaçırmadan alalım, kendi öz bilgisine tecrübe ile ulaşan kişi aslında Cenab-ı hakkı keşfeder.

Ben tüm ilişkilerime, bugün konuştuğum rivayet ve bir diğer rivayet olan ‘insan her ilişkide ya alıcıdır ya vericidir ya aracıdır. Bunun dışında her ilişki helaktır’ hadisi doğrultusunda bakarım. Ne zaman bunu dışında adım atmışsam büyük bedel ödemek zorunda kalıp geri çekilmişimdir. 

Aforizmalar çağında dikkat çekici ezber cümleler söylemek ya da yazmak, bir insanın kendi özüne yapacağı yolculuğun gerçekleşmesi biçimselliği en zayıf yolculuktur maalesef. Asırlar önce insanlar, “Nefsini kendini bilen Rabbini bilir.” derken, o kendi öz varlığını bilmenin, kendisini tabiatın bir parçası olduğunu, uzamsal olarak tabiatta bir yer tuttuğunu ve tabiat ile kendisi dahil O’ndan olduğu bilgisini tecrübe etmesiydi

Halbuki bu çağda “Nefsini bilen Rabbini bilir” cümlesi ile karşılaşan kişi hemen tasavvuf kitaplarını açar, nefsi emmareyi ve sıfatlarını görür ve öğrendim der. Mesela bir sıfat ele alalım. Kibir üzerinden gidelim. Sufilerin cehri ekolü der ki, nefs-i emmarede kibir vardır. Bu bağlamda bir çok tanımlama ile karşılaşırız. Bunlar, kendini beğenmişlik, üstün görme, ego gibi tanımlardır. Bu tanımları incelersek kendi iç dünyamızdaki kibir tanımına birebir uymadığını görürüz. Bu kibir tanımları ile ilgili yazılı döküman ve bilgilerin kendi iç dünyamızda bir karşılığının olmadığını ama yaşadığımız dünyada bir karşılığının olduğunu görürüz. Ne demiştik; insanlar dış dünyalarının oluşturduğu bir iç dünyadan söz ederler. Mesela aşkta insanın kendi dışında bilgiler ve ekollerle oluşturduğu bir mefhum olduğunu görürsünüz. Ama bu ben değilim diyeceksiniz, aslında yasaların var ettiği bir kişi, ahlakın yarattığı x birine aşık ve esasında yasa ve ahlak birbirine aşık oluyor. İç dünyada yasa yok! 

Ben neyim sorusunun cevabı esasında vardır. Köpek gibiyim; sevdiklerim konusunda. Biraz da kedi gibiyim galiba. Bana biraz ikram ettin diye benim rabbim olacak değilsin derim, çünkü rabbim bir. Aslında insan Cenab-ı Hakkın tabiat aynasına baktığında kendi öz yansımasını görür der Arifler. Kendi özüm, kendi varlığım dediğimde ve kibir ne dediğimde, asla kendi özümden bir cevaba sahip değilim. İşte kibiri o, bu, şu veya kitap veya şu kişi şöyle anlatıyor dersem bile bana ait değil ki bu tanım. Bana ait değil çünkü tecrübe ettiğim bir şey değil. 

Mesela mide rahatsızlığında muayene, tahlil yapılmadan, doktor tanımı yapmaz. Mesela reflü, ‘a’ kişisindeki ve ‘b’ kişisindeki karşılığı bambaşka, binlerce parametre bakmak lazım bir reflü tanımı koymak için. Telefonla sorup tanım alamayız bu konuda. 

‘Kibir, kavramsal olarak kendini başkalarından üstün görmektir’ önerisini üzerime aldığımda kendimi başkalarından üstün görmemeliyim dediğimde, işe yarar olabilir ama bir gün bunu zedeleyecek başka bir bilgi ile karşılaştığımda mesela mümin kutsaldır, temizdir gibi, kebair günahları olsa da mümin tahirdir ama müşrik pistir gibi. Peki nasıl olacak da ben kendimi müşrikten üstün görmeyeceğim? Bu vasfı bana bahşeden bir güç var. Burda kibir var mı, varsa nasıl izah ederiz ?

Bir sahabe peygamber efendimizle kendisinin cünüp olduğunu bilerek karşılaştığında ondan kaçar, nasıl pis olarak onla tokalaşırım diye. Peygamber bu endişeyi anladığında ona, hayır mümin temizdir, tahirdir diyerek gülümser. 

Vakar nedir, kibir nedir peki nasıl ayırt edilir? Bunlar hepsi kavramsal olarak dış dünyaya ait, sana iliştirilmiş öğretilmiş bilgiler, sana ait değil. 

İşte özelde islam tasavvufu kendilik bilgisi dediğimiz bu bilgiyi hayatın merkezine koyar. Ben kimim, sorusunun karşısında kendinde oluşturabildiğin bir biyografiyi bir arayışa sürüklenmiş isen, sen günahın dibine de batmış olsan, Allah’ın muhattap aldığı insan çeşidisi, der. Bu oluşturduğun biyografinin sonuna bir de ben arıyorum cümlesini eklemiş isen, bir ateist de olsan Tanrı ile karşılaşacaksın demektir. Çünkü Cenab-ı Hakkın, kim ve ne olursa olsun bu insan çeşidine büyük muhabbeti vardır. Ben kimim veya ben neyim sorusunun cevabını eğer kendimden örnek vererek şöyle veriyorsam; Ben klasik medrese okuyup 5 ayrı tasavvuf okulunun diplomasını aldım, üstadlarım oldu, felsefe okulunu bitirdim, devasa bir kütüphaneye sahibim, okumaya ve yaşamaya çalışan bir insanım. Saydığım bu parametrelerle bu biyografinin kulların katında bir manası olsa da, O’nun katında hiç bir manası yok! Çünkü onun nezdinde bu kişinin ne kadar çok icazeti, öğrencisi veya ilmi, hatta irfanı olduğu bir değere sahip değil. Özel bir mertebe olsa bile günün sonunda ben bu biyografinin sonuna şu ciheti samimiyetle ekliyorsam eğer ve diyorsam ki; “Ben cehaletin dibindeyim Rabbim, seni bilmek, bulmak ve olmak istiyorum” bir değerim olabilir.

Ne olmadığını bilen insan ne olduğunun da bilgisine sahip olur, bu da değerlidir. Cenab-ı hak katında. Şöyle bir biyografi de ise, 2 holding sahibi, vergi rekortmeni, çok fazla kişiyi istihdam eden hayatı çok tatlı yaşayan birinde, hiç biri O’nun nezdinde bir değere sahip değil. Varlık bilgisi seninle birlikte gitmeyecek bilgidir demiştik. Seninle gitmeyecekleri yazsak bir tahtaya, mesela ebeveynin gitti veya sen çocuğundan önce gideceksin, kimse beraber gitmeyecek. İman ettiğin Allah; “hesap gününde annen bile olmayacak yanında, senden kaçacak o gün diyor. Tek götürebildiğiniz şey kendi özüne dair bilgi, O’nun bilgisi, idraki ve “ol“laşmakta bu hayatta ne kadar yol aldığın. 

Ollaşma mertebesi; senin iman ettiğin şey bile araştırma ile eğer ölçülebilse, aslında iman değil. Bu noktada biz sadece bir Hüsnü zan’a sahibiz. Kuran da bu konuda açık ibareler var;

‘(Ey müminler!)Yoksa siz, sizden önce gelip geçenlerin başına gelenlerin benzeri sizin de başınıza gelmeden cennet’e gireceğinizi mi sandınız?! Onlara yoksulluk ve sıkıntı öylesine dokunmuş ve öyle sarsılmışlardı ki nihâyet peygamber ve beraberindeki müminler, ‘Allah’ın yardımı ne zaman gelecek?’ demişlerdi. İyi bilin ki, Allah’ın yardımı yakındır.’ (Bakara, 2/214)

“İmtihan edilmeyeceğinizi mi sandınız ki sizden öncekilerin etleri kemiklerinden demir farklarla ayrışmıştı da onlar bir an bile dönüş yapmadılar.” Biz orda değiliz. Burda bahsedilen iman tahkik edilmiş, ikame edilmiş suyun toprakla birleşmesi gibi içselleştirilmiş bir iman çünkü. Biz burda değiliz. Biz yarını düşünüyoruz.

Peygamber (sav) bir gün Bilal Habeşi’nin yanına hasta iken geldiğinde, onun torba içinde hurma biriktirdiğini görüp sorar, bunlar nedir diye. Bilal (r.a) cevap verir; “Ya Resulullah bugün doydum ama bunları yarına sakladım.” bunun üzerine peygamber (sav) sen nasıl tevekkül ediyorsun diyerek çok sert kızar ‘Bu nasıl iman!‘ der gibi. 

Böyle bir iman ve tevekkülden bizler çok uzağız. Bu iddiada da değiliz. Dünyada böyle imana sahip 10 kişi olsa çağ atlardı. Peygamberlerin kendi dönemindeki takipçileri işte böyle bir imana sahipti. Bizim iman konusunda dahi açmazlarımız varken, yanımızda götürebildiğimiz konusunda maalesef elimizde avucumuzda bir şey yok. “Kuran’ın tamamını ezberlesek bile, eğer cennete girmiş isek, sadece oradaki mertebelerde bize fayda sağlayabilir” der bazı rivayetler.

Mesela, “hafız ehlullahtır ama aynı zamanda amildir” der, rivayet. Fakat esas olan eğer bu kişi 6 bin küsür ayetle amel ediyorsa o kişi zaten evliyadır. Amel etmesi gerekir ehlullah olması için. İbni Sina hafızdır, hem de 7 kıraatle hafızdır ama İbni Sina hakkında F. Râzî ve Gazali dahil diğerlerinin onun hakkında teknik olarak küfrü mucip dediği 20’ye yakın mesele var. Saddam Hüseyin de hafızdı mesela…

Demek ki bu değil hafızlıktan kast edilen. Hafız olmak Kuran’ı kendilik dairesinde keşfedip amel edebilmenle ilgilidir çünkü. İslam tarihinde mesela İbni Arabi sevenleri için Şeyhülekber’dir, oysa biz biliyoruz ki, İbni Arabi çok alim bir insan değil. İlmi mertebesi hatta kıt bir kişi, bir öğrencimi bunu keşfettiği için takdir ettim geçenler. Çünkü hiç bir ilmi kitabı baştan sona okumamıştır. Ama bildiğimiz kadarı ile 500 küsür eser sahibi. Peki nasıl oluşmuş bu bilgi onda(?) Çünkü kendilik bilgisi esasında Tanrı bilgisi olup, Tanrı bilgisi de kendilik bilgisidir. Kabir ötesinde bu iki bilgiye idrak düzeyinde bir yakınlığı olan herkes bilmedikleri konusunda Allah’ın teminatı altındadır. O yüzden Bayazıt Bestami (ra) der ki; “Siz ilmi ölülerden, biz ise hiç ölmeyenden ve diri olandan yani Allah’tan alıyoruz.”

Kendilik ile ilgisi olmayan hiç bir bilgiyi götüremeyeceğinizi bilin. Hepsi geçici ve ihtiyaca binaen. Kaç holdingin olursa olsun götüremezsin. Felsefi, mimari, tıbbi veya mühendislik bilgilerini dahi götürmeyeceksin. Hepsi burda kalacak. Bu ilimler alet ilmidir. Fıkıh bir alet ilmidir. Ama tümü, Arapça hadis, kelam, tefsir de dahil burda kalacak. Ama götürme şansın var nasıl? Tıbbi bilgilerini götürebilirsin. Nasıl?

Bütün bu bilgilerden sen hem kendilik merkezine bir değer ve yaratıcının varlığı merkezinde imar edip de bir eser inşa ettin ise sadece bu faydalanılan eserler kalıcı olur. Kabirde bir hikayen vardır o zaman… Kalıcı olmayanın da bir kıymeti yok demektir.

Soru, tecrübe etmediğimiz konular hakkında yargılamadan nasıl bir tutum sergileriz?

Cenab-ı Hakk’ın lütfedip insana bahşettiği insanın ise cahilliğinden kullanmadığı iki husus var. Birisi tahayyül etmek yani yerine geçebilmek. Katilin katil oluşu ile ilgili tahayyülümüzü çalıştırmak. İkincisi de gördüğüne duyduğuna ibret nazarı ile bakmak. Bu iki enerji noktası bizzat tecrübe etmek yerine bizzat tecrübe etmedeki hasıl olacak idrakı sağlayacak şeylerdir.

Gerçekten bunu yapabilirsek, tecrübe etmedeki aynı idrak seviyesine tecrübe etmeden de hasıl olmayı başarabilmeyi işte bu iki enerji merkezi sunar. Tahayyül etmek yani katilin katil olmasına ibret nazarı ile fakat yargılamadan bakmaktır, ibret ise o konudan idrak edilecek dersi çıkarmaktır. Nedir o tutum. Katilin katil olmasındaki arkadaki hikaye nediri anlamaya çalışmak, çok etraflı bir bilgiye sahip olmamızı gerekli kılar, mesela duymakla mümkün değil. Zira, bilgi yanlış olabilir. Sosyal medyada görmekle okumakla da olmaz, bu kazanım ancak katili bizzat yaşamak, onunla yaşamak ile gerçekleşebilir, yaşamadan da o ibret mevzine ulaşabiliriz böylelikle.

Tahayyüle gelince yine hırsızlıktan giderek anlatalım, hırsızlık başkasına ait olan bir şeyin yasaya uygun olmadan kişinin mülkiyetine geçirmesi veya kullanımına almasıdır. Oysa hırsızlık kavramının açılımına bakarsak 80 milyonluk ülkede hırsız olmayan bir kişi dahi bulamayız. Bazen hırsızlık birinin malını bazen duygularını bazen ise vaktini veya yolunu, sırasını çalmaktır. Birinin hakettiğini elinden almak bazen ise mesajını gizlice okumaktır. Sormadan bilgisini almaktır. 

Allah indinde iman ettiğimiz muhattabımız eğer Tanrı ise, sizce -O yetime ait olan 10 TLyi çalmışsın önemli değil ama 10 milyon çalsan ceza verirdim- der miydi acaba? Tanrı suçun nicelik kısmında bir fark gözetmez. Birinin parasını, birinin zamanını çalmışsın, esasında nitelikte aynı. O’nun katında nitelik kısmına bakılır. (indallah) Ve bu da nitelik kısmında hepimizi hırsız yapar. Mesela zina eden yargılanır toplumda fahişeler gibi, ama onların yaptığı eyleme niceliksel olarak olmasa da niteliksel olarak ortağız hepimiz. Hepimiz bir şeylerimizi pazarlıyoruz. Bazen bedenimizi, bazen bilgimizi, bazen ise zihinimizdeki olan birşeylerimizi hep satıyoruz. Kendime ait olmayan bir fikri değiştirerek pazarlamak da bir kaypaklıktır. Sosyal medya bu bilgilerden ibaret günümüzde.

Bazen yasa ile bazen etik ile normalmiş gibi ya da etiğe uygun gibi görünse de Allah katında bunların hiç birinin bir farkı yok. Baktığımda; alemde ne günah veya kötülük varsa benim nefsimde de var, sözümüz esasında biraz duygusal bir aforizma gibi görünse de tamamı ile gerçek ve realitede yaşar. 

Esasında hepimiz aynı kötülüğün, günahların içimizde varlıklarını istisnasız sürdürdüğü canlılarız. Biz bu konuyu idrak ettiğimiz de kibiri çözmüş oluruz. Aslında birbirimizden hiç bir farkımız yok. Hırsızlık, yolsuzluk, günahlar hepimizde mevcut. Hayata böyle bakarsanız, doğru istikamet kazanmış olursunuz.

Ben bilgisini satan bir insanım ama irfanımı satmıyorum ama başkasında da var bu bilgi ama benimki daha organik olabilir. Ben sadece öğrencilerimi yetiştirme konusunda bir idealizme sahibim. Ben onları ya toprak ya oyuklu kaya ya da düz bir kaya olarak sınarım, düz olanı hemen hayatımdan çıkarırım. Oyuk kayalara bakarım insanlığa ne faydası olacak diye yani ona da yağarım, belki yaşamaz aldığını ama mesajı taşır diye. Esas baktığım ise toprak gibi olandır. İşte buna emek veriririm. Kıymetli bir hazine kıymetsiz bir alana koymak büyük zeval.

Eğer siz bu konumda değilseniz her ilişkinizde önerim;

Ya da sen ya alıcı ya verici ya aracı ol. Ya öğreniyorsun ya öğretiyorsun ya da vesile oluyorsun. Ya üreten, ya satın alan ya da vesile olan ol. Bunun haricinde dördüncü kısımda kalan kimseyi ben hayatımda hiç bir yere koymam. Bunlar, en gereksiz canlı çeşididir. Kediler, köpekler hatta sizin iğreneceğiniz solucanlar dahi tabiat noktasında çok daha kıymetli ve özeldir. Bu dördüncü sınıf insan türü ve üçüncü tür en gereksiz insan türüdür.

Burada bir soru soruyorlar genelde, Allah resulü almayan akrabalarına ve o zamanki müşrik topluma amel etmedikleri halde neden tebliğde bulundu ? 

İmana davet hep ve sürekli yapılabilir. Ama bahsettiğimiz şey ilim irfan ve bilgi, kendilik bilgisi, Tanrı ve varlık bilgisi. Bu Bilgi konusunda ona herhangi bir itiraz geldiğinde peygamber orda kalırdı. İmana her zaman davet edilir ama Kendilik ve Tanrı bilgisi konusu farklı, abine orda olmadığı konuda gel sana öğreteyim demezsin.

Talep edene, talep etmek yetmez, hakedene, haketmek de yetmez gerçekten idrak edip taşıyabilecek olana, bu da yetmez, görkemi ile ona yeni bir inşa ve imar kazandıracak olana öğretirsin. Bizler bunu başarabilene rab bilgisini vermekle mükellefiz ama imana hep davet edebilirsin veya ayet öğretebilirsiniz. Bu basit bir bilgi değil. İnsanın elde edebileceği en büyük hazine. 

Kaç zamandır sağ diz kapağına bakmadın? Kaç senedir o senle ve sen ona bakmadın, ondan habersizsin, bu kadar yıldır ensenden veya dirseğindeki değişimden habersizsin. Dikkat ediyor musun? Ama ruhunda ulaşmak istersin; Yok! O daha derin bir bilgi.

İnsanın farketmediği, umursamadığı her şey esasında insan için en önemlidir. Diz kapağın seni bu yüzden terk etse işte o zaman anlarsın kıymetini. Tıpkı kulağının farkında olmadığın gibi, çünkü hep dışardasın ancak sancırsa bağırırsa veya işlevinde bir azalma varsa dikkat edersin. İnsan nisyanla mağlup yani unutmak, yani en değerlisini unutmak, daha doğrusu aşinalık ile mesafeler gittikten sonra samimi olup umursamamak. Bu yüzden biz bazen insanların hayatından çıkar dersleri durdururuz. Bazen sevdalandırır, bazen nefret ettiririz, bazen iyilik, bazen kötülük yaparız ki insan neyi elde edip neyi kaybettiğini, neye ulaştığını unutmasın ve hep idrakta kalsın.

Ahmet Turan Esin

-He is interested in theology, mysticism and philosophy. He publishes his writings on fikrikadim.com. He gives seminars and lectures.

-İlahiyat, tasavvuf ve felsefeyle ilgilenir. Yazılarını fikrikadim.com'da yayınlar. Seminer ve dersler verir.-


Fatal error: Uncaught TypeError: fclose(): Argument #1 ($stream) must be of type resource, bool given in /home/fikrikadim/public_html/wp-content/plugins/wp-super-cache/wp-cache-phase2.php:2386 Stack trace: #0 /home/fikrikadim/public_html/wp-content/plugins/wp-super-cache/wp-cache-phase2.php(2386): fclose(false) #1 /home/fikrikadim/public_html/wp-content/plugins/wp-super-cache/wp-cache-phase2.php(2146): wp_cache_get_ob('<!DOCTYPE html>...') #2 [internal function]: wp_cache_ob_callback('<!DOCTYPE html>...', 9) #3 /home/fikrikadim/public_html/wp-includes/functions.php(5420): ob_end_flush() #4 /home/fikrikadim/public_html/wp-includes/class-wp-hook.php(324): wp_ob_end_flush_all('') #5 /home/fikrikadim/public_html/wp-includes/class-wp-hook.php(348): WP_Hook->apply_filters('', Array) #6 /home/fikrikadim/public_html/wp-includes/plugin.php(517): WP_Hook->do_action(Array) #7 /home/fikrikadim/public_html/wp-includes/load.php(1270): do_action('shutdown') #8 [internal function]: shutdown_action_hook() #9 {main} thrown in /home/fikrikadim/public_html/wp-content/plugins/wp-super-cache/wp-cache-phase2.php on line 2386