Cinayetten Önceki Kısas

16 mins read
Cinayetten Önceki Kısas

Cinayetten Önceki Kısas

Cinayetten Önceki Kısas

Meşhur Amerikan dergisi “Life” (Yaşam) bir süredir “Bilim Dünyası” başlığı altında bazılarının Farsça tercümelerini gerçekten vatandaşlarıma tavsiye edeceğim nefis kitaplar basıyor. Şu son birkaç gün içerisinde bu satırlarının yazarının eline ulaşan son kitap (orijinali Fransızca kaleme alınmış olan) “Sağlık ve Hastalık” başlıklı kitap olup çeşitli ve oldukça öğretici resimlere, siyah beyaz ya da renkli fotoğraflara ilaveten meşhur hastalıkların bir kısmı, kalıtım, jerminasyon ve genel sağlık hakkında, pek çok okuyucunun okumaktan hoşlanacağı ya da ibret alacağı bölümler içeriyor.

Bu kitabın ikinci bölümü Avrupa dillerinde “Epidemik” diye adlandırılan “Bulaşıcı Taun ve Veba Hastalıkları” hakkında. O bölümü okumaya başladığımda ve bu hastalıkların özellikle de taunun doğudan ve Asya’dan batıya ve Avrupa’ya gelmiş olduğunu yazmış olduklarını gördüğümde gayri ihtiyari Asyalıların, Avrupa’nın sanayileşme döneminin başlamasından önce (ki bir çok uzak ülkelerin ve o cümleden olarak Asya ülkelerinin fakirlik, çaresizlik, zayıflık, sömürü ve kölelik dönemi onunla başladı) bu öldürücü hastalıkları doğudan batıya bulaştırmasıyla cinayetten önceki kısası uygulamış olduklarını düşündürttü ve bu yüzden belki de doğada cezası ve mükafatı bulunmayan hiç bir suç ve kısası olmayan hiç bir cinayetin kalmayacağı tasdik edilebilir.

Taunun Asya’dan batı ülkelerine va Avrupa’ya gelişinin tarihi öyküsü adı geçen kitapta ayrıntılarıyla zikredilmiş olduğu gibi şu şekildedir: miladi ondördüncü yüzyıl boyunca (Cengiz oğullarının İran’da hüküm sürdüğü dönem ve Timurlenk’in ortaya çıktığı dönem ile aynı zaman) Akdeniz’deki (Orta Akdeniz) bir takım ülkelerin kuzey sahillerindeki  limanlarda oturan  tüccarlardan bir grup  bizzat kendileri ticaret maksadıyla kervanla Çin gibi Asya’nın uzak ülkelerine  gittiler ve özellikle ipek, sansar ve sincap derisi gibi malların alışverişi yoluyla bol miktarda servet elde ettiler.

Tarihte miladi 1343 yılında (hicri kameri 744 senesi yani İran’da Celayir oğullarının saltanatı zamanı) Cenova limanı tüccarlarından bir grup (Fransızcada Gênes) bugünkü İtalya’nın kuzey limanlarından uzak doğudan geri dönerken Tatar yol kesicilerinden büyük bir orduyla karşılaştılar ve bir şekilde mücadele ederek kendilerini Karadeniz’in kuzeyinde bulunan Kafa şehrine (ya da ilk iki harfinin kesresiyle Kifi; Azak denizinin girişinde Kırım Yarımadası’nın güneyindeki kadim Feodosya şehri) atıp ve sur, kale ve müstahkem mevkilere sahip olan o şehre sığındılar. Şehir halkı da Tatarların tarafından öldürülme ve yağmalanma korkusundan şehrin kapılarını kapatıp direnmeye başladılar. Sonunda kuşatma savaşı tekniklerinden bihaber ve bu tür savaşlarda kullanılan mancınık, kale döven, demir öküz “katapolt” gibi savaş araç gereçleri ve silahlarından yoksun olan Tatarlar da şehri kuşatıp şehir teslim olmayıncaya ve malum tüccarları teslim etmeyinceye dek kuşatmayı kaldırmamaya karar verdiler.

Kuşatma uzun sürdü fakat şehir halkının denize ulaşma imkanı olması sebebiyle teslim olmayı kabul etmediler. ve kendileri için erzak temini imkansız olmadığından direndiler ve teslim olmayı Kabul etmediler. Tatarlar kendilerinin kuşatma için gösterdikleri tam üç yıllık çabanın  sonuçsuz kaldığını gördüklerinde  belki de insanlık tarihinde benzeri görülmeyen yeni bir tedbire başvurdular. Hadisenin detayları yorumsuz olarak şöyledir: o dönemde taun onlar arasında görüldüğünden ve her gün kendilerinden bir grubu dar-ı fenaya gönderdiğinden kendi ölülerininbeden ve cesetlerini toprağa gömmek yerine onları merdivenle şehrin duvarlarının üstüne götürüp oradan şehrin içine atıyorlardı. Bu şeytanca planın neticesinde şehir şehir vebaya yakalandı ve o kadar şiddetlendi ki tarih onun bir benzerini göstermemiştir; sonunda ölüm saldırgan Tatarlar arasında da öyle bir noktaya vardı ki zorunlu olarak kuşatmayı bırakıp kendi işlerine koyuldular ve Avrupalıların dediğine göre artık savaşacak bir kimse kalmadığından savaş sona erdi.

Cenovalı tüccarlar şehri düşman kuşatmasından kurtulmuş olarak görür görmez gemiye binip Çanakkale Boğazı ve Akdeniz’e doğru yola çıktılar ve her ne kadar yine yolda giderken onlardan bir grup taun hastalığı neticesinde denizdeki balıklara yem oldularsa da hayatta kalmış olanlar yavaş yavaş Konstantiniyye, Venedik ve Cenova gibi sahil şehirlerinde ve başka limanlarda indiler ve o tarihe kadar Avrupa’da bilinmeyen Taun hastalığını kendi vatandaşları ve dindaşlarına ve Avrupa’daki diğer insanlara yolculuk hediyesi olarak beraberlerinde getirdiler. Bu şekilde “kara ölüm” diye adlandırılan taun Avrupa toprağına ayak bastı, öyleki Asya’dan Kırım’a geldiği gibi oradan da Avrupa’ya yol buldu. Bu makalenin kendisinden nakledildiği kitabın müellifinin dediğine göre “Akdeniz sahilindeki limanlarda gemiden indi ve yavaş yavaş Avrupa kıtasının kuzeyine doğru  ilerleyerek Yunanistan, İtalya, ve İspanya üzerinden Fransa ve İngiltere’ye yayıldı ve sonunda neredeyse Avrupa’nın bütün noktalarına ulaşıp her yerde yol bulup yerleşerek geçmişte benzeri görülmeyen ölümlere yol açtı. Hiç bir kasaba köy onun zararından güvende kalamad. Her gün kendi şiddet ve kahrediciliğine öyle ekledi ki miladi 1348 yılında Avrupa’da yaşayanların en az üçte ikisini yok etti. Taun hastalığı tam sekiz yıl Avrupa üzerinde mutlak anlamda hakim oldu ve hastaların en az yarısının ölümüne yol açtı. Elimizde olan istatistik ve sayılara göre 25 milyondan fazla nüfusu yok etti.” ( O zaman yani bundan altı yüzyıl önce Avrupa’nın nüfusu belki 35 ila 40 milyonu geçmiyordu ve belki de bundan daha da az idi).

Bu taun hakkında John Klein adında İrlandalı bir keşişin kalemiyle günümüze bir yazı kalmıştır; o yazıda şunları okuyoruz: “taun hemen hemen hiç bir canlı kalmayacak şekilde şehirleri, köyleri, sarayları ve kulübeleri insansızlaştırdı. Kim bir hastaya dokunsa ya da bir cesede elini sürse derhal hastalığa yakalanıyor ve hastalığı ölümle sonuçlanıyordu. Yöneten ve yönetilen tevbe eden ve tevbe ettiren birlikte mezara gömülüyordu. Birçok hasta bedenlerinde meydana gelen ve oluşan kızarıklıklar neticesinde ölüyor, bazıları insanı canından bezdiren şiddetli bir baş ağrısına yakalanıyor ve bir kısmı da kan kusuyordu; her üç grup da sonunda ölüp gidiyordu. Ben de bu satırları bizzat kendimin de ölümü beklemekte olduğum bir zamanda kağıda döktüm.”

Bu keşişin yazısının altında bir başka yazıyla “şimdi bu yazının sahibi de vefat etmiştir” yazılıdır. Bu sözün yanında adı geçen kitapta büyük bir resim tablosunun renkli bir fotoğrafı görülüyor. Resim Mikvaspadar (Mycospadar) adındaki İtalyan bir ressam tarafından yapılmış ve miladi 1656 yılında Napoli şehrinde taun hastalığından pek korkunç bir manzarayı göstermektedir; ressam bizzat kendisi Napolili olup o tür manzaralara şahit olmuştur ve o manzaralardan birisini gözler önüne seren tablo öyle bir savaş meydanını hatırlatıyor ki hayatta olan her bir kimse bir ceset ile meşgul olmaktadır ve o kadar korkunçtur ki gerçeklik üzerinden çizilmiş olan bir tablodan ziyade bir kabusa benzemektedir.

Tarihte miladi 1665 yılında Napoli şehrindeki taun hakkında bizim şairimizin “ölü çok olduğundan kefenlenemez” dediği gibi şunlar yazılıdır: hükümet tarafından şehrin etrafında dolaşıp içerisinde ölü kimse ya da kimselerin olduğu her evin, cesetleri evden dışarı çıkarmaları ve bu şekilde cesetlerin, ceset taşıyan arabalara doldurulup defnedilsin diye şehir dışına taşınmaları için özel ziller çalan bazı şahısları görevlendirilmişti; şehrin etrafında büyük çukurlar kazılmış ölüleri çerçöp gibi oraya dolduruyorlardı.

O halde bu sözün başında bahsedildiği gibi Asya’nın Avrupalıların açgözlülüğü ve hırslarına maruz kalmadan ve bazen çok aldatıcı ve haklı isimlerle adlandırılan sömürü, istismar, köleleştirme ve diğer zulümler sonucunda, fakirlik, yoksunluk ve karmaşa ile yakasına yapışmadan bir kaç asır önce kendi kısasını cinayetten önce yerine getirmiş olduğu iddia edilebilir; eğer bugün de dikkat ve ibret nazarıyla bakacak olursak yine geçmiş zamanların işte bu hesapsızlıklarının ardından bugünkü dünyanın da yine çatışma ve hınç almaya yakalanmış olduğunu ve geçmiş asırlardan beri nice gönüllerin köşelerinde ve esrarında oluşmuş düğümlerin buhran seviyesine ulaşmış olduğunu görürüz; ve Allah’tan, ortaya çıkıp büyümeden, alemi kana ve ateşe çekmeden önce akıl, insaf ve genel iyilikseverlik ile barış, samimiyet ve huzura kavuşmayı istememiz gerekir. Her ne kadar böyle bir duanın asla kabul edilmeyeceği korkusu olsa bile.

Seyyid Muhammed Ali CEMALZADE

Çeviren: Ersin SELÇUK / Yazar’ın önceki yazılarına ulaşmak için tıklayın

Ersin Selçuk

Ersin Selçuk, Dicle Üniversitesi Fars Dili ve Edebiyatı Öğretim Görevlisi, 1969 İstanbul doğumlu, Evli, dört çocuk babası


Fatal error: Uncaught TypeError: fclose(): Argument #1 ($stream) must be of type resource, bool given in /home/fikrikadim/public_html/wp-content/plugins/wp-super-cache/wp-cache-phase2.php:2386 Stack trace: #0 /home/fikrikadim/public_html/wp-content/plugins/wp-super-cache/wp-cache-phase2.php(2386): fclose(false) #1 /home/fikrikadim/public_html/wp-content/plugins/wp-super-cache/wp-cache-phase2.php(2146): wp_cache_get_ob('<!DOCTYPE html>...') #2 [internal function]: wp_cache_ob_callback('<!DOCTYPE html>...', 9) #3 /home/fikrikadim/public_html/wp-includes/functions.php(5420): ob_end_flush() #4 /home/fikrikadim/public_html/wp-includes/class-wp-hook.php(324): wp_ob_end_flush_all('') #5 /home/fikrikadim/public_html/wp-includes/class-wp-hook.php(348): WP_Hook->apply_filters('', Array) #6 /home/fikrikadim/public_html/wp-includes/plugin.php(517): WP_Hook->do_action(Array) #7 /home/fikrikadim/public_html/wp-includes/load.php(1270): do_action('shutdown') #8 [internal function]: shutdown_action_hook() #9 {main} thrown in /home/fikrikadim/public_html/wp-content/plugins/wp-super-cache/wp-cache-phase2.php on line 2386