Funda’yı görene, Funda’yı tanıyana kadar…

10 mins read
Suat Tekin
Suat Tekin

Funda’yı görene, Funda’yı tanıyana kadar aşk nedir, sevgi, nedir bilmiyormuş. Merak da etmiyormuş. İşin doğrusu inanmıyormuş da. Ama ne zamanki Funda’yı görmüş, kokusunu hissedecek kadar sokulmuş, gözlerinin rengini seçmiş, kulaklarında sesi çınlamış, aşk da sevgi de o zaman dünyanın en güzel iki kelimesi olarak yer etmiş belleğinde. Bu iki kelimeyle yatmış, iki kelimeyle kalkmış o günden sonra. Otobüslerde Funda, kitaplarda Funda, içtiği suyun her yudumunda Funda varmış. Gözünün önünden gitmiyormuş Funda. Üniversiteye, Dil Tarih Coğrafya Fakültesine ayak bastığı ilk gün karşılaşmış onunla. Hayatının ve aklının en müstesna yerine o gün yerleşmiş.

Kayıt yapmaya Ankara’ya geldiğinde evraklarını teslim etmek için sıra beklerken tanışmış Funda’yla. Aynı gün, aynı saatlerde kayıt yapmaya gelmelerini dünyanın en güzel tesadüfü olarak görmüş, ondan sonraki hayatının her karesine o karşılaşmayı koymuş. O günden sonra ne başka bir kadına bakmış, ne de kendine bir dost, bir arkadaş, bir komşu seçmiş. Hatta seksen yıllık hayatında oturduğu evlerinin hiçbirinde telefon dahi çekmemiş. Son yirmi beş yılında cep telefonları olduğu halde cep telefonu da kullanmadı. Hiç kimseyle görüşmek istemiyor, hiç kimse kendisini arasın istemiyordu. Öyle de oldu. Evini bilenlerden ziyaretine gidenler kapısının önünde o gelene kadar bekler, öyle buluşurlardı. Saat on iki gibi eve geldiğini biliyorlardı.

Hayatının iki en önemli varlığı her gün hiç aksatmadan aldığı Cumhuriyet gazetesi ve yeni rakıydı. Onu görmeye gelen yakınları evden içeriye adımını atar atmaz ilk iş olarak şişeleri toplardı.

Hiç evi olmadı. Eşyası, telefonu, televizyonu hiç olmadı. İstemedi hiçbirini. Tek istediği Fundaydı, o da başkasıyla evlendi. Ondan sonra da her şeyi silip attı kafasından. Dünyasında sadece gazete ve rakı vardı. Bir de okuduğu kitaplar. Oraya buraya attığı kitaplar… Şişelerin arasına sıkışıp kalan kitaplar…
Son yıllarda evden çıkmış, bir otele yerleşmişti. İhtiyaçlarını maaş kartını teslim ettiği personelden biri karşılıyordu.

Kimseden para istemedi seksen yıllık ömründe. Yardım istemedi. Kalabalık, aydın, zengin bir çevresi vardı oysa. Arazileri, hali vakti yerinde kardeşleri, akrabaları bir hayli fazlaydı.

Bir keresinde tartıştığı bir kız kardeşine, “Ben sana yapacağımı bilirim,” deyince, diğer kardeşleri merak etmiş sormuşlar.
“Ne yapacaksın?”
“Küserim,” demiş.
Küslüğü çok büyük bir kötülük olarak görmüş olmalı. Oysa dünden razıymışlar buna. Hem zaten görüşüp, konuşmuyorlarmış; küsmesi sürpriz olmazdı.

Dört yıl süren öğrenciliğinde içini bir türlü dökememiş Funda’ya. Dört yıl da anlatamamış sevdiğini, onsuz yapamayacağını. Funda bir arkadaş gibi görüyormuş onu hep. Nitekim bir başkasıyla yakınlık kurduğunu öğrenince uzaktan sevmeye karar vermiş. Zaten içine kapanık biriydi, daha da kapanmış.

Okulu bitirdikten sonra Türkiye’nin önemli okullarında öğretmenlik yaptı. Çalıştığı bütün okullar Türkiye’nin en iyi okullarıydı. İhlas Holdingin, Beşiktaş ve Fenerbahçe bunlardan bazıları.

Fenerbahçe Lisesinde çalışırken emekli oldu. Türkiye’nin ünlü birçok isminin öğretmeniydi. Siyaset ve edebiyat çevresinden birçok kimsenin hocasıydı.
Yıllarca yerini gizledi, kimseye söylemedi bu insan. Bulamasınlar diye telefon dahi kullanmadı. Adına kayıtlı hiçbir şey yoktu. Son yıllarını otel odalarında geçirdi zaten. İstese lüks evler, pahalı kıyafetler ve Türkiye’nin en zengin aileleri ile komşu olabilirdi. Oysa maaş kartını verdiği tanımadığı birinin getirdikleriyle sürdürdü hayatını otel odasında. Tanıdığı onca sanatçı, siyasetçi, iş adamı, sanayiciye dönüp bakmadı bile. Dolmuşa bindi, küçücük bir evde kiralık oturdu yıllarca. Birkaç kıyafet, sigara ve rakı parası dışında bir şeye ihtiyaç duymadı. Şişelerle dolu odalar… İstiflenmiş gazeteler ve kitaplar…

Hastalandı, yatağa düştü bir gün. Kız kardeşleri ve başka bir şehirde yaşayan erkek kardeşi gitti yanına. Hastanede onlar baktılar. İhtiyaçlarını onlar karşılıyordu.
Bir gün elinde poşetle geldiğini gören erkek kardeşine, “Ne var içinde?” diye sormuş.
“Su, bisküvi falan,” demiş kardeşi.
“Onları bir tarafa yaz; çıkınca öderim,” demiş.
Kardeşi, “Ağabey, sen yıllarca bana baktın. Bunların lafı mı olur?,” diye karşılık verince, “O benim görevim. O iş başka, bu iş başka,” demiş.
Kardeşi ısrar edince, “Hesabımda on bin lira para var. Olur da başıma bir iş gelirse bu parayla karşılayın masrafları. Kimse cebinden tek kuruş harcamasın. Harcayan olursa da bu paradan verin,” demiş.

Yağışlı bir sonbahar günü yumdu gözlerini. Geride kimseyi bırakmadan göçtü gitti. Yalansız ve aldatmasız…

Müthiş bir kalabalık uğurladı. Herkes ağlıyordu. Bugün bile hemen her gün mezarı başında dua edenler varmış. Mezarlıkta en kalabalık mezar onunmuş. Kim bilir; belki de bir gün bile aklına sormak gelmeyen akrabaları, yakınlarıdır bu insanlar. Af dileyip, dua ediyorlardır. Sadece kendisi için yaşamış birinin günah defterinde Allah’ın affedeceği günahlar dışında ne olabilir? O saat Allah affetmiş, cennetine almıştır. Arkasında bu kadar dua edilen biri neyle suçlanacak? Faydasızlığı, günahlarını azaltan kaç kişi var çevremizde? Faydasızlarca kuşatılmışız. Allah affetsin demekten başka bir şey gelmiyor elimizden.
Acınacak, ağlayacak halimize gülmek dışında yaptığımız bir şey yok maalesef.

FİKRİKADİM

The ancient idea tries to provide the most accurate information to its readers in all the content it publishes.