/

Dr. Haluk Yaman: Ülkemizin bir göç haritasına ihtiyacı var

32 mins read

Göç, Kimlik ve Psikopolitiği kitabının yazarı akademisyen Dr. Haluk Yaman’la kitabından hareketle bir röportaj gerçekleştirdik. Son zamanlarda önemi daha da artan göç konusuyla ilgili çalışmalar yapan Yaman sorularımızı cevaplandırdı.

Dr. Haluk Yaman: Ülkemizin bir göç haritasına ihtiyacı var 1
Dr. Haluk YAMAN

Göç ve göçmenler üzerindeki çalışmanızı Politik-Psikoloji ile nasıl ilişkilendirdiniz?

Politik psikoloji, siyasi davranışların psikolojisi hakkındadır. Politik psikoloji üzerine yapılan çalışmalar, önce kişilik analizleri (çoğunlukla lider profilleri için) sonra seçmen tercihleri ve uluslararası ilişkilerdeki davranışların analizleri için yapılan çalışmalar şeklinde izlenmektedir. Son dönemlerde yeni bir evrede etnik çatışmalar, soykırım ve terörist davranışların politik psikoloji disiplininde ele alındığı görülmektedir. Göç ve göçmenler üzerinde çalışırken politik psikolojiyi, seçmen tercihleri ve siyasi davranışlardaki değişimde psikolojik düzeyin etkinliğini ölçmek üzere kullanmaya çalıştık. Yurt dışına göç etmiş Türk vatandaşlarının göç sonrası hayatlarında edindikleri tecrübelerin ve dışarından bir gözle kendi ülkelerini izlemenin getirmiş olduğu yeni duygu, düşünce ve fikirlerle siyasi kimliklerinde bir değişim yaşayıp yaşamadıklarını analiz etmeye çalıştık. Bu değişimlerin siyasi tercihlerinde nasıl bir etkinlik yaratacağına dair öngörülerde bulunduk. Görüşmecilerle yüz yüze yaptığımız mülakatlarda siyasi kimliğin güçlü argümanlarla oluşturulduğunu ve psikolojik olarak yaratılan yeni şemaların değişimler yaratabildiği sonucuna ulaştık.

Dr. Haluk Yaman: Ülkemizin bir göç haritasına ihtiyacı var 2
Dr. Haluk Yaman Göç, Kimlik ve Psikopolitiği

Kitabınızda göçmen kimliğinden bahsediyorsunuz. Göçmen kimliği ne demektir? 1960’lardan bu yana Avrupa’ya göç eden Türkler’in göçmen kimliğini nasıl tanımlarsınız?

Kimlik, çok boyutlu değişkenleri içeren bir olgudur. İnsanın yaşanmışlıkları, aileden edindiği değerleri, genetik yapısı, sosyal yaşamı ve siyasi savunuları kimlik üzerinde belirleyici olmaktadır. Burada alt kimlik ya da üst kimlik veya objektif-subjektif kimlik tanımlamalarına girmeyeceğim. Ancak, göçmen kimliğini, göç sonrasında belirli bir sürede yurt dışında yaşamış olmanın getirdiği yeni kazanımlarla birlikte, insanların sahip olduğu pek çok değer üzerinde ortaya çıkan farklılıkları tanımlanmaya çalışan bir kavram olarak ifade etmeye çalıştık. Göç, insanların yaşamlarının her alanına nüfuz etmektedir. Sadece gittikleri yerlerde insanlar yeni ilişkilerle karşılaşmaz. Geride bıraktıkları ile de ilişkiler farklılaşır. Bunu göçmenlerden “Akrabalık bağlarımız eskisi gibi kalmıyor” söylemleriyle dinlemiştik. Geride kalanlarla ve yenilerle ortamlarda yaşanan her türlü ilişki insanların kimlikleri üzerinde farklı düzeylerde olsa da değişiklikler meydana getirmektedir.
Göçmen kimliği kavramını bireysel algılayış dışında yakıştırılan bir kavram olarak da kullanmaya çalıştık. Kendi vatanınız dışında, ne kadar Avrupalı olmak isteseniz de mutlaka yabancı olarak tanımlanmaktan kurtulamıyorsunuz. Bunu siz unutsanız yaşamış olduğunuz toplum size hissettiriyor. Yaptığımız çalışmalarda görüşmecilerin çoğu kendilerini bir “öteki” olarak hissettiklerini söylemiştir. “Öteki” olmak göçmen kimliği ile açığa çıkan bir tutumun getirisi olarak ifade edilebilir.

Göç edenlerin, göç ettikleri ülkeye uyum süreci, yeniden sosyalleşme olarak adlandırılıyor. Avrupa’ya göç eden Türklerin yeniden sosyalleşmesini nasıl değerlendirirsiniz?

İnsanlar sosyal sistemin işlevselliği karşısında, kendi motivasyonlarını, kendi inanç, tutum ve davranışlarını gerçekleştirmek adına gittikleri yeni yaşam alanlarında uyuma dayalı bağlantıların yollarını her zaman aramıştır. Uyum, hayatın devamı için olmazsa olmaz bir fenomendir. Uyumu, yeniden sosyalleşme olarak ifade etmek ne kadar doğru olur bilemiyorum ama sosyalleşmenin göç sonrasında farklı ilişkiler etrafında yeniden şekilleneceği muhakkaktır. Aynı dili, dini ve etnik değerleri ortak paydada kurabilenler, farklılıklara sahip olanlardan daha çabuk uyum göstermektedir. Avrupa içerisindeki göç geçişlerinde insanlar daha rahat uyum gösterirken Türkiye’den Avrupa ülkelerine göç edenlerin uyumları daha uzun sürede ve güç olabilmektedir. Bugün için yurtdışında milyonlarla ifade edilen Türk göçmenin varlığı düşünüldüğünde, tam bir uyum olmasa da Avrupa’daki yaşama adapte olmuş bir milletten bahsetmek olasıdır.

Göçmenlerin göç ettikleri toplumlarda karşılaştığı başlıca sorunlar nelerdir?

Türkiye’den giden göçmenler uyum sürecinde farklı zorluklarla yüzleşmektedir. Farklı dil, din, kültür ve yeni sosyal ilişki ağları Türklerin uyum sürecinde güçlükler doğurmaktadır. Kimi zaman bu güçlükler bir kültür şokunu da doğurabilmektedir. Farklılıklar, sosyal dışlanma, yabancı düşmanlığı, İslamofobi, eğitim ve barınma konularında göçmenler sorunlar yaşarken, farklılıklardan kaynaklı uyum problemleri farklı kuşaklarda farklı düzeylerde olmaktadır. İlk kuşaklar bu zorlukları üst düzeyde ve güç atlatırken yeni nesillerin Avrupa’nın değerlerine alışması daha kolay gerçekleşir.

Avrupa ülkelerinin göçmenlere karşı geliştirdikleri entegrasyonu nasıl buluyorsunuz? Göçmenlerin uyum sağlamaları için yeterli midir?

Göçmenlerin uyum sağlaması noktasında Avrupa ülkelerinin farklı uygulamalar ortaya koyduğu görülmektedir. Yasal süreçler ve resmi gerekçelerle sağlanması hedeflenen uyum süreçlerinin çok da başarılı olduğu söylenemez. Uyum bir alışma evresidir. Yeni topraklarda, yeni kültürlere alışmak kısa vadede olabilecek bir iş değildir. Bu süreçte göç alan devletler tarafından hedeflenen tam uyum sadece yasal süreçlerle sağlanamaz. Uyumun en başarılı sağlanabileceği mekânlar sosyal yaşam alanlarıdır. Bu alanlarda bir arada yaşamın getirmiş olduğu etkileşim mutualist ilişkilerle sağlanmadığı sürece uyumu yakalayabilmek çok daha uzun bir zaman dilimine yayılacaktır.
Farklı bir çerçevede, uyumun sağlanabilmesinde en güçlü argümanları iş ortamlarının verebileceğini düşünmekteyim. Avrupa’daki yoğun çalışma saatleri göz önüne alındığında çalışma ortamlarını kapsayacak şekilde yapılacak düzenlemeler bu sürecin daha pozitif ve istenilene yakın bir düzeyde gerçekleşebileceğini düşündürmektedir.

Milliyetçilik ve ırkçılık ikisi birbirine karıştırılan, bir yandan birbirine geçişkenliği olabilen kavramlar. Bu kavramlar hakkında neler söylersiniz?

Milliyetçilik, çelişkilerine ve çok boyutlu yapısına rağmen bir ideoloji olarak önemli bir yere sahiptir. Milliyetçiliğin çelişkileri; ırk, din, dil ve etnik yapı gibi değerlerin milliyetçilikle olan doğrudan ilişkisiyle bağlantılandırılabilir. Bu ilişki milliyetçiliği kimi zaman ırkçılığa varan eylemlerin sorumlusu olarak göstermektedir. Milliyetçilik yalın bir ideoloji değildir. Farklı türleri söz konusudur. Etnik temellerde ve ırka bağlı gerekçelerle oluşturulmuş bir milliyetçi ideoloji daha keskin ve farklı olanlara çok fazla alan açmayan bir türdedir. Milliyetçilik, sosyal olaylar karşısında kendisini fazlasıyla gösterebilen bir ideolojidir. Suriye olayları sonrasında Türkiye’de artan yabancı fobisinde ve “Suriyeli” endişesinde milliyetçi ideolojinin izlerini görmek mümkündür. Demografik değişimler söz konusu olduğunda milliyetçilik sıklıkla ayrılıkçı ve dışlayıcı bir karaktere bürünüp ırkçı eylemlere sebebiyet verebilmektedir. Bu sebebiyet hali milliyetçilik ile ırkçılığı aynı çerçevede sunarken kavramların kullanımında da geçişkenliği yol açmaktadır.

Yabancı düşmanlığı ırkçılık olarak değerlendirilebilir mi? Yoksa farklı kavramlar mıdır?

Bu soruya cevap vermek gerçekten zor. Ama şöyle söylersek sanırım yanlış olmaz. Irkçılık, kuvvetle muhtemel bir yabancı düşmanlığını içerisinde barındırır. Ancak her yabancı düşmanlığı ırkçılık mıdır? burası flu olan alandır. Ben ırkçılığın mutlaka şiddetin bir boyutunu barındırdığını düşünmekteyim. Şiddet her zaman fiili olmayabilir. Sözlü şiddet ya da farklı olana sergilenen dışlayıcı yaklaşımlar üzerinden de bir şiddet tanımlaması yapılabilir. Yabancı düşmanlığının ise daha az hissettirilebilen bir şey olduğunu düşünüyorum. Yabancı düşmanlığı bazen analizlere ihtiyaç duyabilir ya da subjektif değerlere bağlı olarak yorumlanabilir. Açıktan sergilenmeyebilir. Ancak ırkçılığın mutlaka hissedeceğiniz bir yanı vardır.

Göç sonrası Avrupa’daki Türkler’in kendi oluşturduğu siyasi ve sivil yapılanmaların gelişimini nasıl değerlendirirsiniz?

Göç sonrasında başlayan yeni yaşam öncelikli bir barınma ihtiyacını doğurmuştur. İlk kuşakların çoğu bu ihtiyacı, çalıştıkları mekânı aynı zamanda barınma alanı şeklinde kullanarak gidermiştir. İlk kuşak işçi göçmenlerin çalıştıkları fabrikalarda ikamet ettiğine dair pek çok örnek vardır. Daha sonraki kuşaklar kendilerine farklı barınma yerleri seçerken birbirlerinden çok uzaklaşmamayı tercih etmiştir. Bugün için Avrupa ülkelerinin yoğun Türk nüfusuna sahip olan bölgelerinde, Türklerin bir arada yaşamayı tercih ettikleri görülmektedir. Neredeyse bazı yerlerde aynı ilden hatta aynı ilçeden olan pek çok göçmen yan yana yaşamaktadır. Bu aslında bir sivil yapılanma şeklidir. Uyum sürecini daha rahat atlatabilmek, kendilerinden daha tecrübeli olanlara yakın olmak ve vatan hasretini çok fazla çekmemek adına göçmenler birbirlerine yakın olmayı tercih etmektedir.
Sivil yapılanmaların merkezinde ise bir dernek statüsünde olan camiler ve kendi aralarında kurdukları sendikalar yer almaktadır. Pek çok göçmen işten arta kalan zamanlarını bu mekânlarda geçirmektedir. Siyasete dair, ekonomiye dair ve sosyal alana dair pek çok konu buralarda konuşulmaktadır.

Avrupa’da göçmenlere karşı hegemonik baskılar nelerdir?

Hegemonik baskıları her alanda ifade etmek mümkün. Özellikle sosyal yaşam alanları ve ortak mekânlarda gözlemlenen baskılar kamusal alandakinden daha fazla hissedilmektedir. Sivil toplum içerisinde yeterince organize olamamak, hissedilen hegemonik baskıların önemli sebeplerinden birisidir. Kamusal alanın göçmenler üzerinde yaratmış olduğu baskılar da toplumsal ilişkiler içerisinde ayrımcı argümanları doğurabilmektedir. Gramsci’nin ifade ettiği gibi hegemonya, belirli bir kurum ya da örgütlü yapı tarafından değil; eğitim, dini yaşam, siyaset, sendikal yaşam gibi rıza kaynağını oluşturan pek çok noktada hissedilmektedir. Bu yaklaşım Avrupa’daki Türk göçmenler için de geçerli bir tanımlamadır.
Bu tür alanların hemen hemen hepsinde girilen etkileşim süreçlerinde hegemonik baskılar görülmektedir. İş yaşamı da hegemonik ilişkilere oldukça açık ortamlardır. Bu alanlarda yaşanan işçi işveren ilişkilerinde, çalışan müşteri ilişkilerinde hegemonik baskılar gözlemlenebilmektedir. Bu baskılar çoğu zaman rıza mefhumu ile birlikte gelişirken hegemonik tutum ve yaklaşımlar göçmenler tarafından görmezden gelinmek suretiyle ya da bastırma mekanizmalarıyla atlatılmaya çalışılmaktadır.

Göçmenlerin göç ettiği toplum içinde kültürleşme sürecinde karşılaştıkları zorluklar ve kazanımlardan bahseder misiniz?

Kültür sadece bireysel bir üretim değildir. Toplumsal zeminde sınırlandırılamayan bir olgudur. Gündelik yaşamın pek çok değişkeni kültürün bir parçası olarak insanları ve toplumu etkilemektedir. Toplumsal yaşama dair pratiklerin analiz edilmesinde çeşitli kültürlerin farklı değerlerini anlamak önemlidir. Özellikle göç sonrasında bir araya gelen farklı kültürler kültürleşme olgusunu ortaya çıkarmaktadır. Kültürleşme kavramı, objektif kimlik ile birlikte, içerisine doğulan değerlerin, hayatın ilerleyen safhalarında karşılaşılan yeni durumlar, değerler ve kısaca kültürler karşısında daha farklı özelliklerle çeşitlenmesidir. Bu bağlamda yeni toplumlar içerisinde karşılaşılan her farklılık bir zorluk içerebilmektedir. Siyasi, sosyal ve ekonomik temelli güçlükler kültürleşme olgusu içerisinde sayılabilir. Bunları tek tek somutlaştırmak çok uzun bir anlatımı gerektirir. Farklı kültürlere adapte olabilmek ise özellikle uyumu pozitif etkileyeceği için kazanımlar sağlayacaktır. Bu kazanımları farklı ortamlarda daha rahat hareket edebilmek, eğitim hayatına daha çabuk adapte olmak, yeni arkadaşlar edinmek, iş ortamlarına kısa zamanda alışmak ve çalışma yaşamında farklı pozisyonlara gelebilmek şeklinde somutlaştırabiliriz. Üçüncü ve Dördüncü nesil göçmenlerin kazanımları ebeveynlerine göre daha güçlü bir durumdadır.

Göç kültü, dünya ve ülkemiz için gelecek zamanlarda daha da önem kazanacağa benziyor. Ülkemiz göç veren ülke konumundayken şimdi göç alan ülke haline geldi. Bu konuda çalışmalar yapmış bir akademisyen olarak sizce ülkemizin bu konuda izlemesi gereken yol haritası nasıl olmalıdır?

Evet, göç, insanlık tarihi kadar eski bir olgudur. Geçmişte insanlar yiyecek bulmak adına, ılıman iklimlerde yaşamak için ya da savaşlar sebebiyle göç ederken bugün için daha farklı gerekçelerle göç edebilmektedir. Göç bitmeyen bir insanlık olayıdır. Türkiye’nin de geçmişten bugüne göç olgusu içerisindeki tanımı bir ülke olarak farklılık göstermektedir. Türkiye, göç veren bir ülke olmuş, transit göç ülkesi olmuş ve özellikle Suriye olayları sonrasında göç alan bir ülke haline gelmiştir. Türkiye, Suriye olaylarına kadar yoğun göç alan bir ülke olmadığı için ilk etaptaki toplu göçlere hazırlıklı değildi. Bir taraftan sınır güvenliği üzerine verilen mesailer öte tarafta askeri operasyonlar göç olgusunu geri plana itmiştir. Ancak sayıları binlerden milyonlara ulaşan göçmenler artık göçe dair de çalışmalar ve planlar yapılması gerektiğini fazlasıyla hissettirmiştir. Süreçte sergilenen gecikmeler Türkiye’nin göç politikalarının eleştirilmesine yol açmıştır. Ben, göç çalışan birisi olarak göçe her daim hazır olmamız gerektiği kanaatindeyim. Bu hem iç göç hem de dış göç için geçerli. Mesela beyin göçüne de hazırlıklı olmalıyız.
Sadece yasal süreçlerle, yönetmelik veya yasalarla bu sürecin idame ettirilemeyeceği düşüncesindeyim. Toplumsal dinamiklerin göçe hazır tutulması gereklidir. Yol haritası noktasında ise bugünden sonra yapılması gerekenlerin ilk sırasında ülkemizib bir göç haritasına ihtiyacı var. Nerede, ne kadar göçmen var? Bunlar ne iş yapar? Bugün için bu soruların net bir cevabını kimse veremiyor. Herkes ortalama bir sayı veriyor ama netlik yok. Ülkenin göç haritası çıkarıldıktan sonra her bölge için yerel yönetimlerin de fazlasıyla süreçte yer aldığı uyum, adaptasyon ve kazanım politikalarının ortaya koyulması gerekmektedir. Mostesquieu’nun dediği gibi “İnsanların değişken karakterleri vardır. İnsanı etkileyen toplumsal koşullar farklı toplumsal müesseselerin ortaya çıkmasını sağlar. İklim, kanunlar, ahlak ve örf değerleri insanları ve toplumları yönetir, farklılaştırır”. Farklılıklar üzerine politikalar geliştirmeliyiz.

Göçle ilgili ülkemizde yapılan akademik çalışmaları nasıl buluyorsunuz? Diğer ülkelere göre ne durumdayız?

Göç, ülkemizde çokça çalışılan bir konu olarak ön plana çıkmış durumdadır. Özellikle Suriye olaylarına bağlı gelişen pek çok parametre göç temalı konulara olan ilgiyi arttırmıştır. Yazılan makaleler dışında üniversitelerin farklı bölümlerinde göç üzerine çok farklı lisansüstü çalışmalar yapılmaktadır. Sadece ülkemizde değil uluslararası düzeyde de göç fazlasıyla sempozyumlara ve akademik çalışmalara konu edilmektedir. Bu noktada ülkemizde yapılan çalışmaların farklı ülkelere göre önde olduğunu söyleyebilirim. Göç hiç bitmeyecek bir insanlık olayı olduğu gibi bu konu üzerine yapılan çalışmalarda bitmeyecektir.

Kitabınızda Avrupa’nın ben merkezci zihniyetinin ırkçı ve yabancı düşmanlığına yol açtığını belirtmişsiniz. Güncel olarak da bizim ülkemizde Suriyeli göçmenleri ele aldığımızda, onlara karşı ırkçı ve yabancı düşmanlığı görüyor musunuz?

“Ben” merkezli bir düşünce mutlaka karşısında “ötekini” doğuracaktır. Ben, Biz ve Öteki’nin olduğu yerde ırkçılık ve yabancı düşmanlığı olmasa da ayrımcılık olacaktır. Irkçılık ve yabancı düşmanlığı kimliğe ve davranış kalıplarına ait bir hastalıktır. Irkçılık ve yabancı düşmanlığının hiç bir zaman toplumların geneline atfedilmemesi gerektiğini düşünenlerdenim. Zaten toplumun geneline yayılan bir ırkçılıkta farklı konuları konuşmamız gerekir. Soykırım, etnik temizlik gibi mesela. Ancak şunu da söylemeden geçemeyeceğim. Irkçı ve yabancı düşmanlığına dair olayların ilgili topluma hangi çerçeveden, nasıl gösterildiği önemlidir. Burada medyayı kastediyorum biraz da. Yansıtma şekline bağlı olarak o toplumun tamamını ırkçı ve yabancı düşmanı olarak görebilirsiniz ya da hümanist bir toplum olarak algılarsınız. Suriyeliler örneğinde de duruma bu çerçeveden baktığımızda iki ayrı çerçeveden de değerlendirmeler yapabiliriz. Türkiye’de toplumsal yaşam pek çok bölgede Suriyelileri kendi içerisinde eritmiş durumdadır (“Pek çok bölgede’nin” altını çizmek isterim. Bazı yerlerde tamamen Suriyeli ailelerin ikamet ettiğini de biliyoruz). Fevri ve bireysel yaşanan ırkçı olaylar da olmaktadır. Ancak bu olayların ve Suriyelilere karşı sayısal verilerin sunum şekli ve toplumun tamamına aynı kaynaklardan aksettirilme yöntemi kimi zaman Türk toplumunda Suriyelilere karşı bir yabancı düşmanlığı olduğu görünümünü vermektedir.


Dr. Haluk YAMAN
1981 yılında Elazığ’da doğdu. Anadolu Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü’nde lisans ve Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu Yönetimi Anabilim Dalı- Siyaset ve Sosyal Bilimler Bilim Dalı’nda yüksek lisansını tamamladı. Doktorasını, İnönü Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Siyaset ve Sosyal Bilimler Dalı’nda “Avrupa’da Göçmen Olmak: Hegemonik İlişki Bağlamında Psiko-politik Bir Değerlendirme” başlıklı tez çalışması ile sundu. Fırat Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü’nde çalışmaya devam etmektedir. Göç, Kimlik ve Psikopolitiği başlıklı telif bir kitabı, pek çok kitap bölümü ve makaleleri yayımlanmıştır. Akademik çalışma konuları arasında Göç, Politik-Psikoloji ve Söylem yer almaktadır. Siyaset Bilimine Giriş ve Siyaset Psikolojisi derslerini vermektedir.

FİKRİKADİM

The ancient idea tries to provide the most accurate information to its readers in all the content it publishes.