Türk edebiyatı dünyaya bir şey söyleye bilir mi?

15 mins read
Türk edebiyatı dünyaya bir şey söyleye bilir mi?

Türk edebiyatı dünyaya bir şey söyleye bilir mi?

Türk edebiyatının neden “lokal” kaldığı ya da geleneksel ifadeyle “yerelde” sıkışıp kaldığı mevzusuna şimdiye kadar değinmeyen edebiyatçı, eleştirmen kalmamıştır sanırım.  Konuşmak için çok münbit bir alandır ve herkes bu konuda birbirine benzer şeyler söyler ama sanki çok farklı şeyler konuşuyormuş gibi mevzuyu aktarıp döndermekten de geri kalınmaz. Türk edebiyatının belkide en büyük sorunu yerel olamayışıdır. Bu konuda yazılması gereken pek çok şey var.  Osman Çakmakçı bu konuya değinerek; lokalize kalmak, evrenselikle, yerelin tartışmasına bir giriş yapmış. Karar’daki köşesinde  yazısının başlığı “Türk edebiyatı dünyaya bir şey söylüyor mu?” olarak atılmış.

Osman Çakmakçı
Osman Çakmakçı

Ya da Türk Şiiri ve edebiyatı neden ‘lokal’ olmaktan bir türlü kurtulamıyor? Yerel demiyorum, lokal diyorum. Zira elbette ki dünyaya konuşacağımız yer bizim bulunduğumuz ‘yerel’ yerdir ve ancak oradan kalkarak, kendi kimliğimizi bizim kaderimiz olan coğrafyadan ve toplumdan kalkarak dünyaya iletebiliriz. Tabii bunun için önce kendimize bakmamız, bulunduğumuz toplumsal ve kültürel koşulları çok iyi tahlil ederek, kendimize ve içinde bulunduğumuz topluma hem coşkuyla ama gene de belli bir mesafeden eleştirel gözle bakıp öyle değerlendirebilmemiz gerekir. Tabii bunun için de öz bilince sahip olmak, bir bireysellik farkındalığına sahip olmak, belli bir eleştirel geleneğe sahip olmak gerekir. Şu soruları mutlaka bıkmadan usanmadan sormak gerek: Ben kimim? Nasıl bir toplumda yaşıyorum? İçinde yaşadığım toplumun özellikleri ne? Tarihim ve geçmişim beni nereden nereye götürüyor? Bu çerçevede tarihin akışına ve olayların akışına teslim olmadan nereye gitmem gerek? Nasıl bir edebiyat ve şiir geleneğine sahibim? Kendimle birlikte dünyayı da izliyorum ve dünyaya ne söyleyebilirim? Kendi ülkemin sınırları ve ufku içinde kalmak ne demektir? Bunları aşmam gerekmez mi? Neden dünyaya büyük eserler sunamıyorum? Kendi ufkumun sınırları içinde kalıp güdük kalıyorum? Bunun tek nedeni dil sorunu mu? (ki ben öyle olduğunu sanmıyorum. Bu bir bakış ve yaşayış meselesidir. Bu bir algılayış ve deşifre ediş meselesidir. Bu bir atılış ve varoluş meselesidir.) Edebiyatımı ve şiirimi Batı’nın kavrayışının merkeze alındığı evrenselliğe göre bir tür aşağılık kompleksiyle değerlendirmekten kesinkes uzak durmalıyız. Yeni bir Don Kişot yazamayız ya da bir Dostoyevski çıkaramayız. Bunlar zaten yazılmış durumda. Zaten var. Özgün bir şeyler söyleyeceksek kendi dar ve lokal ufkumuzu yırtıp kendimizi olduğumuz gibi görüp hiç yan tutmadan ya da geri adım atmadan kıyasıya eleştirmeliyiz. Ve bulunduğumuz toplumun iliklerine kendimizi hiç esirgemeden sızmalı, en önemlisi taklitten uzak durup kendimize samimiyetle dürüstçe yaklaşmalıyız.

Bu hafta aslında geçen haftaki yazının devamı niteliğinde ‘Geometrik Şiir, Aritmetik Şiir, Kimyasal Şiir’ başlıklı ayrıntılı bir yazı yazacaktım. (Bu yazı artık sonraya kaldı.) Ancak ne var ki Birikim dergisinin Kasım sayısında yayımlanan, aslında benim de uzun süredir kafa yorduğum bir mesele, ‘Edebiyatımız Nereli? Evrensellik, Yerellik, Ulusallık’ başlıklı dosya bu yazıyı öne almama neden oldu. Zira ben de Türk edebiyatının kabul edilen dünya edebiyatının çevreninin içine dâhil olmadığını, zaten dışarıda kaldığını düşünüyorum. Öyle ki bana göre Türk edebiyatı dünyaya ‘özgün’ bir şeyler söylemiyor, Dünya edebiyatına özgün bir kimlikle dâhil olamıyor. Dosyaya giriş yazısı yazmasından dosyayı düşünüp hazırlayan kişi de olduğunu düşündüğüm Ahmet Sait Akçay da yazdığı ‘Dünya edebiyatında ‘Türk edebiyatı’ var mı?’ yazısında benimle benzer görüşleri paylaşıyor. Ya da ben onunla benzer görüşleri paylaşıyorum. O da benim gibi edebiyatımızın ve şiirimizin kendi ‘lokal’ sınırlarının ve ufkunun dışına çıkamadığını, bilakis bu sınır ve ufkun içinde debelendiğini, eserlerimizin yaratıldığı ‘merkezin ötesine ulaşamadığını’ söylüyor. Tamamen katılıyorum.

Ahmet Sait Akçay bu ufuk açıcı yazısında kendisine dayanak olarak Dünya edebiyatı kavramının ve kuramının önemli isimlerinden David Damrosch’un saptamalarını alıyor. Yazısına çıkış noktası olarak da Damrosch’un şu saptamalarını alıntılıyor: “Dünya edebiyatı fikri edebiyat sahasının bir alttürü anlamına gelmeye faydalı bir biçimde devam edebilir. Dünya edebiyatını, kendi orijinal ya da çeviri dilinde olsun, kendi çıkış kültürünün ötesinde dolaşıma giren bütün edebi eserleri kapsayacak biçimde kullanıyorum. En geniş anlamıyla dünya edebiyatı ortaya çıktığı merkezin ötesine ulaşan herhangi bir eseri içine alabilir.” (David Damrosch, ‘What is World literature?, World Literature Today’, 2003, p. 9-15) Burada dikkat çeken saptama özellikle italikle yazılan kısım. Burada eserin dünya dillerine çevrilip dünyaca yaygınlaşmasını değil, eserin kendi niteliğini vurguluyor. Yani bir eser ne dünya dillerine çevrilmesiyle dünya edebiyatına dâhil olabilir ne de çevrilmemişliği, kıyıda köşede kalmışlığıyla dünya edebiyatına mal olmaz.

Burada Akçay, Orhan Pamuk ile Elif Şafak’a değiniyor. Zira ikisinin kitapları da yaygın olarak dünya dillerine çevrilmiş, o dillerde okunmuş, o edebiyat çevrelerince benimsenmiştir. Ama yine de ‘lokal’ olmaktan kurtulamadıklarından Dünya edebiyatına dâhil olmuş sayılmazlar. Şöyle devam ediyor Akçay: “Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ında ya da Orhan Pamuk’un romanlarında olsun, tematik olanın bir türlü problematik hale gelememesi modernitenin tartışılmasından ziyade modernleşmenin yerel bir atmosferde tartışılmasını sağlamıştır.” (Birikim dergisi, Kasım 2021, s. 28) Elena Furlanetto da Elif Şafak’ın Aşk romanı için şunları söylüyor. “Tasavvufu Amerikalı okurlar için evcilleştirdi ve İslam heterodoks geleneğinin en önemli şahsiyetlerinden birinin hikâyesinde Batılı bir bakış açısını özümsediği için Şafak’ın Amerikan Rumi söylemine katkısı ise bir öz-Oryantalizm vakasıdır.” (Anan: A. S. Akçay, Birikim dergisi, Kasım 2021, s. 28) Bu çok önemli saptamayı neden hiçbir Türk eleştirmeni yapamamıştır, üzerinde düşünmeye değer. Öz-Oryantalizm, yani kendimize Batılının ve Batı’nın gözüyle bakmak. Bir tür şizofrenidir bu. Halbuki Türk yazarı ve şairinin yapması gereken Dünya’ya (sadece Batı’ya değil) kendi bulunduğu yerden kendi bulunduğu yere mahkûm olmadan, kendi perspektifinin sınırlarını aşarak bakmak ve konuşmaktır. Türkiye’de Anadolu’da yaşayan biri olarak buradan kalkarak dünyayla kendi kimliği ve karakteriyle konuşabilirse ancak işte o zaman Dünya’ya yeni ve özgün bir şey söyleyebilir. Aksi takdirde kendi ‘lokal’ ufku içinde kendi içine mahkûm kalacak ve bir tür sahte narsisizm geliştirecektir. “Küçük dağları ben yarattım,” psikolojisidir bu.

Belki de bu durumda 90’lı yıllara kadar dünyayla eşzamanlı yaşamamış olmamızın payı vardır ve belki de bu pay sandığımızdan daha büyüktür. Dünyayla eşzamanlı yaşamamaktan kastım dünyayla ilişkimizin hep 20-30 yıl geriden gelmesidir. Dediğim gibi bu 90’lara kadar sürmüş, gümrüklerin açılması ve iletişim teknolojisinin gelişmesiyle, küreselleşmeyle (hem ekonominin hem de kültürün) dünyayla aynı zaman diliminde yaşamaya başladık. O zaman da henüz gelişmiş bir öz bilince sahip olamadığımız için ya Batı’ya dâhil olmaya çalışarak orayı taklit ettik ya da tarihimizde her zaman görüldüğü gibi kendimizi küçük gördük. Türk yazarının ve aydınının yaşadığı o meşum gecikmişlik hissi, kendisine her zaman Batı’yı hiza alması, gelişmişlik olarak orayı referans alması ve hata yapmaktan korkması nedeniyle yeni hiçbir şey söyleyememesi bu tavırda etkili olmuştur. Ne yazık ki Türk yazarının da bir benlik bilinci, bir öz bilinci yok. Gerçi evrensellik de Batılı değerlerin evrenselliği olarak kurgulandığından yazarlarımız ve aydınlarımız bu kurguya esir düşmüş, evrensel olma iddiasıyla aslında Batılı olmayı birbirine karıştırmıştır. Çünkü günümüzde evrensel olan Batı’nın değerleridir.

Dünyaca en ünlü şairimiz Nâzım Hikmet, en çok çevrilmiş romancılarımız Orhan Pamuk, Yaşar Kemal, Elif Şafak vs. Dünya edebiyat kanonunun içinde kendilerine bir yer bulamamıştır. Şiirde ise bu daha nettir: Türk şiirinin dünyanın en önemli şiirlerinden biri olduğunu iddia eden ‘lokal’ şairlerimiz, önlerindeki en büyük engelin dil engeli olduğunu belirtirler. Ama unutulmamalıdır Gennadi Aygi adlı Çuvaşça yazan bir Çuvaş şairi bile dünyada bir Türk şairinden daha fazla dünyalıdır. Demek ki dil bir engeldir. Türk şiiri dünya şiirine katkıda bulunmamış, ona eklemlenmemiştir, onu da etkilememiştir.

yazının ana linki

FİKRİKADİM

The ancient idea tries to provide the most accurate information to its readers in all the content it publishes.