Hep Mutlu Olalım

22 mins read

Hep Mutlu Olalım

Hep Mutlu Olalım

Amaçsız, aç bîlaç, ayaklarım incecik kumlara bata çıka yürürken karşımda gördüğüm parıltıya doğru ilerledim. Büyükçe, yeşil bir çadırın önünde bez sandalyelerine oturmuş, omuzlarında renkli şallar bulunan ikisi orta yaşlı, biri genç üç kişinin yanına utana sıkıla sokuldum. Tereddütlüydüm ya beni kovarlarsa ya bana taş atarlarsa… Ama olsun şansımı denemekten başka çarem yoktu. İnsanların ataları “Aç köpek fırın yıkar.” dememişler miydi? Bu söylediğime içimden gülesim geldi fakat ağlanacak halime gülmem doğru olmazdı ve gülemedim de zaten. Bu insanlarla aramda on metre kadar kalmıştı, boynumu büktüm, kuyruğumu salladım, şirinlik yapmam gerektiğini düşünüyordum. Üçü birden bana şaşkınlıkla baktılar önce, sonra yüzlerine sevecen bir gülümseme geldi. Ufak ufak bir iki de “hav hav” desem…Dedim bile… İçlerinden bana en yakın oturanı “gel, gel” dedi. Yavaşça yaklaştım genç olana, başımı okşadı, ben de başımı dizlerine koydum yavaşça.

Elinde bağlama olan adam bağlamasını çalmaya devam etti, bir yandan da söylüyordu:

“Bir ay doğar ilk akşamdan geceden

Nidem nidem geceden

Şavkı vurur pencereden bacadan

Dağlar kışımış, yolcum üşümüş

Nasıl idem ben?”

Nasıl da içli içli, güzel güzel söylüyordu. Tam da ruhuma hitap eder tarzda…

Sıcacık ateşin yanına gelince, şöyle bir gevşedim, tüylerim kabardı, uykum geldi. Başımı okşayan adam “Çok üşümüş bu yavrucak” dedi, sarıldı bana. Ateşte pişen balıktan bir parça koydu önüme sonra bir tane daha attı, yedim karnımın biraz doyduğunu hissedince de gidip başımı tekrar adamın dizine koydum, neredeyse gözlerim kapanacaktı.

Uzun bir vakit kır saçlı, mavi oduncu gömlekli, gözlüklü adam türküler çalıp söyledi. Yanındaki mor kazaklı, uzun siyah saçlı kadın -eşiydi sanırım- ona eşlik etti ve beni seven yeşil montlu genç adam, uzun boylu, ince ve dalgalı saçlıydı.  

Çok mutluydum, akşam hiç bitmesin istedim. Kendime bir yuva mı bulmuştum ne? Yaşadığım onca acıdan, hayal kırıklığından sonra ne iyi gelmişti bu insanlar…Fakat, mutlu olduğum için utandım sonra, mutlu olmaya hakkım var mıydı benim? En iyi dostum Can, nerelerdeydi şimdi? Onu düşünmek o anki mutluluğuma gölge düşürüyordu keşke Can da yanımda olsaydı.

Can ve ailesinin yaşadığı eve geldiğimde henüz bir yavruydum. Benim de bir annem vardı, çok güçlüydü o, kardeşlerimi ve beni bütün tehlikelere karşı korurdu. Şirin bir mahallede, küçük bahçeli çok şirin bir evde yaşardık. Sahibimiz emekli öğretmen Sevim Hanım idi ve yalnız yaşardı, bizi bahçesine almıştı, her gün önümüze yemek ve su koyardı.  Annem, bir gün aniden hastalandı…Nedenini bilemedik. Kardeşlerim ve ben çaresizce annemin yanına oturup ağladık, annemin ağzından beyaz köpükler çıkıyordu. Sevim Hanım da gördü annemin bu halini, ne yapacağını şaşırdı ve hatta O da ağladı. Nihayet annemiz bir iki hafif hırıltı ile gözlerini kapadı, hepimiz çok ağladık. Sevim Hanım bakkal amcaya seslendi ve üç koli getirmesini istedi. Hepimizi kolilere koydu yavaşça, başlarımızı okşadı. İki kardeşim sağ ve sol yandaki komşulara verildi, zaten annemizin acısı canımızı yakmıştı bir de kardeşler olarak ayrılmamız bizi perişan etti. Kardeşlerim yanımdan ayrılırken gözlerimiz doldu, çaresizlikle birbirimize baktık fakat yapacak bir şey yoktu.  Ben Sevim Hanım’ın bahçesinde bir süre daha kaldım, Sevim Hanım öğle yemeğimi önüme bıraktı ve “zavallı yavrucaklar” dedi. Sonra evin önünde duran mavi bir otomobilden inen sevimli bir çocuk, bana doğru geldi. Sevim Hanım çocuğun anne ve babasıyla konuşurken çocuk da beni kucağına alıp okşadı, “Merhaba, benim adım Can” dedi. Sanırım onlarla yaşayacaktım artık çünkü beni arabalarına bindirdiler ve onların evine gittik.

Canların yaşadığı ev, kocamandı ve havuzluydu. Bu evde herkes beni çok seviyordu. Bahçede bir kulübe olmasına rağmen bahçede değil evin içinde kendi sepetimde yaşıyordum. Can’ın babası Mehmet Amca ve annesi Gülşen Teyze çok iyi insanlardı. Sepetim kırmızıydı, sepetin içinde yumuşacık bir minder vardı, yanında her zaman dolu olan üzerinde kemik resmi bulunan kırmızı bir mama kabım vardı. 

Can, her gün okula gider gelirdi, çok da başarılı bir öğrenciydi, o ders çalışırken ben de yanına kıvrılıp yatardım, bazen derslerini bana da anlatırdı. 

Eve sık sık sadece Can’ın annesinin kuzeni olduğunu bildiğim biri gelirdi. İri yarı, çok konuşan, kırmızı yanaklı, bıyıklı biriydi. Bu adamdan pek hoşlanmamıştım çünkü beni gördükçe “hoşt hoşt “diye kovalardı, kimse yoksa yanımızda tekmelemeye çalışır, eliyle itelerdi.

Bir gün Can’ın babası Mehmet Bey, sinirli bir şekilde eve geldi ve  bugün her zamankinden biraz  farklıydı. Babası, Can’a sertçe odasına çıkmasını söyledi, Can da beni kucaklayıp hızlıca odasına çıktı, yatağın üzerine oturduk ama hiçbir şey konuşmadık. Alt kattan sesler yükselmeye başladı, Can tedirgin oldu, ben meraklandım. Can’ın babası “Bu kuzenin ne yapmaya çalışıyor? Şirketin cirosu gün geçtikçe düşüyor.” Diye bağırdı ki daha önce Can’ın babası Mehmet Amca’yı hiç böyle bağırırken görmemiştim. Bir süre daha tartışma sesleri duyduk   ardından sert bir kapı kapanma sesi geldi ve konuşmalar kesildi. Can merdivenlerden inerken ben de peşinden gittim. Gülşen Teyze, düşünceli bir şekilde koltukta oturuyordu, bizi görünce zoraki gülümsemeye çalıştı “Karnınız aç mı çocuklar?” diye sordu. Can ve annesi mutfağa geçerken ben sessizce sepetime yöneldim. 

Hava kararmıştı, kapıda duyulan anahtar sesinin ardından Mehmet Amca içeri girdi, Can ve annesinin meraklı bakışları arasında bir şey konuşmadan odasına çıktı. Evde tuhaf şeyler oluyordu sanki, bazılarına anlam veremiyordum çünkü ben bir köpektim.

O günden sonra evde hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Herkes mutsuzdu, suratları asıktı, kimse benimle ilgilenmiyordu, kendi kendime bahçeye çıkıp içeri giriyordum, mama yiyip uyuyordum. Bazen oynamak istiyor, Can’ın bacaklarına dolanıyordum ve o da sadece başımı okşayıp yanımdan uzaklaşıyordu.  

Bir gün eve takım elbiseli adamlar geldi, Canların eşyalarını götürmeye başladılar. Gülşen Teyze de kendisine ve Can’a valiz hazırladı ama bir yandan da ağlıyordu. Nereye gidiyorduk acaba? Taşınıyor muyduk ya da tatile mi çıkıyorduk? Ama öyle olsa neden Can’ın annesi ağlıyordu? Kafamda bir sürü soru belirdi. Can yanıma gelip beni kucakladı, benden ayrılmak zorunda olduğunu söyledi gözleri dolu dolu… Anneannesinin yanına taşınacaklarmış çünkü Can’ın anne ve babası artık ayrı evlerde yaşayacaklarmış. Duyduklarıma inanamıyordum, ben de ağladım, Can’dan ayrılmak istemiyordum. Hem nerede kalacaktım? Benim evim neresi olacaktı? 

Can beni bahçedeki kulübeye bıraktı, önüme bir sürü mama koydu, su kabımı doldurdu, “Kendine iyi bak, seni çok özleyeceğim. Bir gün mutlaka yine birlikte olacağız dostum” dedi ve koşarak yanımdan uzaklaştı. Can ve annesi arabalarına binip gittiler. Ben ortada kalakaldım, zaman geçiyordu, ben bekliyordum. O geceyi uyur uyanık geçirdim, ertesi sabah bekledim yine gelen giden yok. Güneş yükselmişti ki Can’ın annesinin kuzeni olan adam geldi, başladı bahçeyi dolaşmaya. Ben de kulübeme sokuldum iyice sanki beni görmeyecekti.  Kulübenin yanına gelip ayağıyla vurdu “Hadi hadi çık bakalım, git buradan dedi sertçe” Çıktım, beni bahçe kapısına kadar ayağıyla sürükledi sonra popomu tekmeleyip dışarı attı.

Ortada kalakalmıştım ne bir yuvam vardı ne yiyeceğim ne de başımı okşayacak bir sahibim. Başımın çaresine bakmalıydım, bütün sevdiklerim beni terk edip gitmişti. Başladım yürümeye, yürüdüm yürüdüm, karnım acıktı, susadım, yoruldum hava kararınca da bu tatlı insanlarla karşılaştım ve şanslı biri olduğumu düşündüm. 

Evet şanslıydım, bu insanlarla güzel vakit geçirdim fakat her güzel şeyin bir sonu olduğu gibi bu güzel saatlerin de sonu geldi. “Saat çok geç olmuş” dedi kadın, diğerleri de onu onayladı. Sabah işe gideceklermiş, delikanlının da okulu varmış. Kalktılar, çadırı toplamaya başladılar sonra sandalyeleri katlayıp arabanın bagajına koydular. Bana sadece hoşça kal deyip vın vın motor sesi ile uzaklaşıp gittiler. Yine yapayalnız başı kabak ayağı çarık kaldım ortada, çok üzülmüştüm, hayal kırıklığı yaşamıştım. Ama yapacak bir şey yoktu. Kıvrıldım küllenmiş ateşin kenarına, gözlerim kapandı ve uyuyakaldım. 

Güneşin ilk ışıkları, tatlı bir sıcaklık ve parlaklıkla uyandırdı beni. Yeni bir gün yeni bir başlangıç diye geçirdim içinden “Hadi Ya Nasip” deyip yiyecek bir şeyler bulmak için yine düştüm yollara. Ben gittim yol gitti, ben gittim yol gitti. İlerdeki tostçudan mis gibi kokular geldi burnuma, sucuklu, kaşarlı tostlar… Belki bir iki şirinlik yaparsam acırdı halime tostçu. Kuyruğumu sallayarak yaklaştım, tostlara doğru boynumu büküp baktım önce beni fark etmedi, sonra kenardaki ağacın dibine müşterilerden artan tostları bıraktı “Gel kuçukuçu gel” dedi. Bir yandan tostları yerken bir yandan da insanların müsrifliğini düşünüyordum, bitiremeyecekleri tostu neden satın alıyorlardı ki? Tostçu benim gibi ihtiyacı olan bir hayvanı doyurarak çok sevaba giriyordu, artan yiyecekleri çöpe atmaktansa sokak hayvanlarına vermesi büyük bir iyilikti. Karnımı doyurunca yine yollara düştüm, birden hava kapandı, gri bulutlar gökyüzünü kapladı ve ardından iri taneli yağmur damlaları düşmeye başladı. Yağmur hızlandı, hızlandı kendime sığınacak bir yer bulana kadar sırılsıklam oldum. Can ile okuduğumuz kitaplardan öğrenmiştim; ağaç altlarına ya da sivri yüzeyli yerlerin altına gizlenmemek lazımdı yağmurda. Ya yıldırım düşerse Allah korusun çarpılabilirdim ve sonucu kötü olabilirdi. Hızlıca koştum ama çok ıslandım. Farkında olmadan Canlarla birlikte oturduğumuz eve kadar yani yuvama kadar koşmuştum. Gözlerim pencerelere takıldı, evin lambaları yanıyordu. Acaba o kötü adam mıydı evdeki yoksa Canlar geri mi dönmüşlerdi eve? Sakince evin bahçe kapısından içeri girdim, havuza düşen yağmur taneleri havuzda büyük halkalar oluşturuyordu, kulübem yerinde aynen duruyordu sanki her şey eskisi gibiydi. Gidip kapının önündeki paspasın üzerine yattım, kapıya dokunmaya bile cesaretim yoktu çünkü korkuyordum ya dilediğim gibi değilse…

Islak ve yorgun bir köpek olarak paspasın üzerine çöktüm kaldım, çıt bile çıkarmadan ne kadar kaldım orada hatırlamıyorum. Sonunda kapı açıldı, Mehmet Amca elinde çöp torbasıyla karşımdaydı o kadar şaşırdık ki birbirimizi görünce. “Sen mi geldin tatlı bıdık? Hoş geldin evine” dedi. Arkasını dönüp içeri seslendi:

“Can, bak kim gelmiş? “ 

Can’ın pat pat ayak seslerini duydum, heyecandan kalbim küt küt atıyordu. Can beni görünce öyle sevindi öyle sevindi ki havalara uçacak sandım, sanki ben çok farklıydım da ondan…Annesini çağırdı heyecanla, Gülşen Teyze de beni görünce çok sevindi “Yuvamıza hoş geldin” dedi. Can hemen beni kucakladı, banyoya götürdü, sıcacık bir duş aldım, kurulandım, tertemiz oldum. Can’ın odasında onun dizlerindeydim yine “Hayat ne kadar ilginç, kaybettiğini düşündüğün anda tekrar kazanıyorsun” diye düşündüm. Can:

“ Biliyor musun biz anneanneme gittik birkaç gün orada kaldık sonra babam gelip annemle uzun uzun konuştu, her şeyin yoluna girdiğini söyledi. Ali Abi babama haksızlık yapmış, onu kandırmış ama bütün kötülüklerin eninde sonunda ortaya çıktığı gibi bu kötülük de ortaya çıkmış. Dün akşam evimize döndük ama seni çok merak ettim, affet beni seni bırakmak zorunda kaldığım için” deyip benden özür diledi. Affetmem mi hiç? Can benim arkadaşımdı, bu ev bizim yuvamızdı, mutlu günler bizi bekliyordu. “Hep mutlu olalım, bir daha hiç ayrılmayalım” dedim Can’a beni anladığını düşünerek ve başımı yavaşça dizlerine koydum.

Nilgün Bircan

1974 Ankara doğumlu. Hacettepe Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu. 25 yıllık meslek hayatında  pek çok lisede edebiyat öğretmenliği yaptı. .Bununla birlikte  il milli eğitim müdürlüğü ar-ge biriminde proje işleri, müdür yardımcılığı, Milli Eğitim Bakanlığı Materyal Geliştirme Daire Başkanlığında görevlendirmeleri oldu.
İngilizce'den çeviri bir eseri, çeşitli dergi ve gazetelerde yayımlanmış hikayeleri, makaleleri ve İngilizce, Farsça ve Osmanlıca çevirileri bulunmaktadır.
Karakalem çizim yapmakta ve yan flüt çalmaktadır.