Nilgün Çelebi ‘nin MAX WEBER üzerine değerlendirmeleri

34 mins read

Nilgün Çelebi Hoca’nın MAX WEBER üzerine yazdığı değerlendirme yazısıdır. Sayfasından alınmıştır. 

Nilgün Çelebi 'nin MAX WEBER üzerine değerlendirmeleri 1

Max Weber (1864-1920) 56 yaşında ölürken ardında bıraktığı eserlerinin, onu 20.yüzyılın en önemli sosyologları arasına sokacak bir değere sahip olduğunu herhalde düşünmüyordu. Bunu nereden mi biliyoruz? Kendi yazdıklarından. Meslek Olarak Bilim başlıklı makalesinde aynen şöyle yazmıştır:”Bilim alanında, hepimiz biliriz ki, başardığımız şeyler on, yirmi, elli yıl içinde eskiyecektir” (1986). Weber’in 1918’de söylediği bu sözlerin üzerinden bugün neredeyse 100 yıl geçti. Ama Weber hâlâ, çoğumuz için yazdıkları yeni yorumlara konu edilen, fikirleri öğrenilmesi gereken bir sosyologdur. Weber, bizce, sosyolojideki epistemolojik yaklaşımlardan anlamacı yaklaşım ile ontolojik yaklaşımlardan aksiyonel yaklaşımın ve onun içinde yorumlayıcı yaklaşımın ilk temsilcisidir.

Weber hiçbir şeyi değilse bile şunu biliyordu: Bizler büyüsü bozulmuş bir dünyada yaşamaktayız. Entellektüalizasyon ve rasyonalizasyon hayatlarımızı parçalamış, anlam çerçevelerimizi yok etmiştir. Kutsal olan tahrip edilmiş, yerine herhangi bir çerçeve konmamıştır. Artık, ne din ne sanat ne bilim ne insan ne de toplum kutsaldır. Bunlar mekanikleşmiştir. Büyük zincir bir kez kopmuş, inci taneleri dört bir tarafa dağılmıştır. Yerine inşa edilen dünya, kutsalın bulunmadığı bir dünyadır. Bu dünyada insan ve onun akıl yürütmesi tek başına dikelmektedir. Dünyaya ilişkin bu resim sadece Weber’in değil döneminin diğer aydınlarının da paylaştığı bir yorumu yansıtmaktadır. Dünyadaki her şeyin insan tarafından hesaplanıp denetlenmeye açık olduğuna inanılmaktadır. İnsanoğlu günümüzde içinde teklikleri anlamlandıracağı referans çerçevesine sahip olmasa da, çok sayıda tekil kavrama sahiptir. Bu kavramlar bir bütünle bağlantılı olmadıkları için, tek başlarına bırakıldıklarında sağa sola savrulmaktadır. Onları bu dağınıklıktan, savrukluktan kurtarmak böylece de gerek kavramlara gerek olan bitenlere egemen olabilmek birincil hedefimizdir. Zira ancak onlara egemen olunca, kendimizi güvende hissedebileceğizdir.
Yine Weber ve dönemdaşlarına göre anlam çerçevesi olmayan, referanssız bir dünya güvensiz bir yerdir de. Kavramların bizi, az buçuk da olsa, güvenle sarıp sarmalayabilmesi onların bilimden dolayımlanmalarıyla olasıdır. Şöyle ya da böyle, bilimin dolayımından geçen, bilimin etrafından dolanarak gelen kavramların içlerine güven tohumunun ekildiğini düşünebiliriz. Bilim kavramlara güven tohumu eker; zira bilimde deney yapılır. Deney bir sınama işlemidir. Bir; geçerlilik, güvenilirlik, tutarlılık muamelesine tabi tutulmaktır. Bilimsel deneyden geçen kavramlar sınamadan geçirilmiş, bir dereceye kadar da olsa güven temin etme belgesi almış olan kavramlardır. Büyüsü bozulmuş dünyayı güvenli kılabilmenin bir yolu olduğu içindir ki, bilim önemlidir. Ne var ki, bu güven belgesi kısmîdir, geçicidir. Bilimden dolayımlanmış olmaları kavramların ebedî gerçeği ifade etme gücüne kavuşmuş oldukları anlamına gelmez.

Zaten, onların da bu tür iddiaları yoktur. Bu sebeple, bu kavramların bize sundukları güven sınırlıdır. Bu güven ip üstünde, bıçak sırtında bir güvendir. Güvenin hassas bir denge üzerine oturuyor olması bilimsel sınama işleminin, deneyin önemini arttırır. Sınama işleminin önemli hale gelmesi ise araştırma tekniklerinin, sınama tekniklerinin önemini arttırır. Teknik işlemler ne kadar sağlamsa güven duyma düzeyi de o denli yükselecektir. Bir yandan Yeni Kantçılar bir yandan Mach. Görünen o ki, Weber yaman bir açmazın tam ortasında durmaktadır. Onu, büyük kılan bu bıçak sırtı gerilimi tam yüreğinde taşıyor olması gerek.
İçinde yaşadığımız dünyayı böyle gören bir Weber’in bu dünyayı ahlâki bir birliktelik olarak gören Durkheim’le birleşmesi mümkün müdür? Kuşkusuz, hayır. Weber yaşanılan bu dünyanın, ona artık sahip olmadığı bir kutsallık atfedilerek yeniden güvenilir kılınmasının mümkün olmadığını görür. Kutsallık insan yapımına indirgenemez. Dünyaya insan yapımı bir kutsallık atfedilemez. Dünya ahlâkî bir mekân olamaz. Onun yerine, dünya rakamlaştırılarak güvenilir bir hale getirilmeye çalışılır. Dünya demir bir kafes olmalıdır ki, içinde güven duyabilelim. Bedeller, ödemeler dünyasıdır bu dünya. Weber bu bilançodan ne kadar acı duyar? O, insanın praksisine güven duyanlardandır. Ona göre, insanın tutunabilmesi yapıp etmesiyle mümkündür. Bu ise bizi onun sosyal aktör ve sosyal aksiyon üzerine yazdıklarına getirir.

Weber doğada ve sosyalde olan bitenin ne’liklerinin farklı olduğu iddiasına karşı çıkmaz. Ancak, bu iki ayrı varlık alanına iki ayrı epistemik ve metodik tavırla yaklaşılması görüşüne de pek sıcak bakmaz. O, sosyalin incelenmesinde hem nomotetik hem idiografik bir yol izlenebileceğini düşünür. Weber’in bu düşüncesini, onun tarih ve sosyoloji üzerine olan yazılarından karine ile çıkarmaktayız. Weber’in tarih ve sosyoloji ilişkisi üzerine yazdıkları, onun, Durkheim’dan olan farkını da belirgin bir biçimde görmemizi sağlar. Weber sosyolojinin empirik süreçlerin hep aynı kalan, değişmeyen yanlarını ve ideal tip kavramlarını formüle etmeyi hedeflediğini düşünür. Tarihin ise, kültürel önemliliğe sahip yapı, kişilik ve aksiyonların açıklanmasıyla, onların nedensel analize tabi tutulmalarıyla ilgilendiğini belirtir.

Weber’in bu ayrımı; ilk bakışta, Durkheim’ın ayrımıyla hemen hemen aynıdır. Aralarındaki fark, Weber’in tarihi açıklama ile, olan bitenlerin özel bir nedensel analize tabi tutulmalarını kastetmesinden kaynaklanmaktadır. Durkheim’da nedensel bağ sosyal olgular arasında kurulmaktadır. Anımsayalım ki, Durkheim’a göre bir sosyal olgunun nedeni diğer bir sosyal olgudur. Weber’de ise nedensel bağ sosyal olgular arasında değil, aynı bir sosyal (tarihsel) olgunun kendisi ile kendinden hareketle geliştirilen ideal tipi arasında kurulmaktadır. Weber’in nedensel ilişkiye evet demesi, açıklamaya kucak açması onun sosyal olanın yasalara tabi olarak işlediğini düşündüğünü göstermez. Tam tersine, Weber empirik realitenin yasalara indirgenmesini saçma olarak nitelendirir (Weber, 1903-1917/1949:80’den aktaran Ritzer, 1988).

Ritzer’in de ifade ettiği üzere, Weber tarihsel sosyolojinin hem tekillikler hem genelliklerle ilgilenmesi gerektiğini söyler. Tekil ve genelin birleşmesi tekil toplumların, olayların, bireylerin incelenmesinde birer genel kavram olan ideal tiplerin geliştirilip kullanılmasıyla gerçekleşir. Bu genel kavramlar her gelişmenin, her özgünlüğün tekliğini tanıyıp tanımlamamızda kullanılmalıdır. Böylelikle, ideal tipler yardımıyla biz farklılıklara yol açan nedenleri belirginleştirebiliriz. İşte, nedensel analiz de budur. İdeal tipler yardımıyla, dünyayı bilinemezlikten, bize kaos gibi görünüyor olmaktan çıkartırız. Onun yerine, olaylara nedensel bağlantılar atfetmeye başlarız. Weber nedensellik derken, bir olayın diğeriyle yanyana ya da ardarda gelme olasılığını kast eder. Nedensellik, ona göre bir olasılık konusudur. Katı paralelliklerle, sabitliklerle, hep aynı oluşlarla ilgili değildir. Nedensellik; olaylar arasında değil, olaylar içindeki insanların, sosyal aktörlerin tarihsellikleri ve kültürellikleri bağlamında taşıdıkları niyetleri, sebepleri, motifleri ve manâ atıfları çerçevesinde aranması gereken bir gerçekleşme olasılığıdır. Protestan ahlâkını benimseyen insanların kapitalizmin gelişimine katkıları, böyle bir bağlantının örneğidir. Üstelik de bu bağlantı olasılıklıdır. Bütün bunlardan dolayıdır ki, Weber sosyolog ve tarihçiyi iki ayrı mesleğin mensupları olarak görmez. Tersine, ortada olan, tek bir adam vardır: Tarihi ve sosyolojiyi mecz ederek kendine bu meczi meslek kılmış olan adam. Ortada olan, Durkheim’daki gibi güçlü bir işbirliği değil, tersine bir içiçelik hali, bir bütünleşmişlik halidir. Durkheim sosyologa formu, tarihçiye içeriği üleştirirken, Weber form ve içeriğin birlikte ele alınmasından yana bir tavır geliştirmiştir. Ritzer’in Frank’tan aktardığı üzere, Weber bu konuda şöyle düşünür: “Bireyler, toplumlar ve olaylar tekillikler olarak değil, fakat genel bir kategorinin temsilcileri olarak görülmelidirler; bireyler, toplumlar ve olaylar sadece bu genel kategoriye referansda bulunularak anlaşılabilirler.” (Frank, 1976:17-18’den aktaran Ritzer, 1988).
Weber; sosyalin bilgisinin üretilmesinde hem idiografik hem de nomotetik bir metodoloji izlenmesi gerektiğini açığa çıkarır. Weber, sosyal aksiyonu ve sosyal aktörü böylece bir bütünleşik tavır içinde ele almış olur. Weber hem tarihi yaratanı hem tarihi sürdüreni hem de tarihde olagelenleri tek bir bilme tarzı ile kavramanın örneğini verir, yolunu açar. Nitekim Weber’in anlama (verstehen) anlayışı hermeneutik gelenekten kaynaklanmasına rağmen Weber’in bu geleneği eleştirdiğini de biliyoruz. Weber’in pozitivist yönü de güçlüdür.

Weber sosyolojiyi seçmesini genel, kapsamlı, bu sebeple de içeriği bulanık kollektivist kavramlara bir son vermeyi istemesiyle bağlantılandırır. Ona göre, bir sosyolojik inceleme bir ya da birkaç bireyin aksiyonuna odaklanılarak başlatılmalıdır. Ancak, bu noktada ‘devlet’ gibi kollektivist kavramlar bir sorun olarak belirmektedir. Peki, ama o zaman bu sorundan kaçmak için sosyoloji söz gelimi ‘devlet’ kavramına hiç başvurmayacak mıdır? Weber ‘devlet’ ve benzeri kollektivitelerin, tekil kişilerin birtakım aktlerinin bir sonucu, bir ürünü olarak ele alınmalarından yanadır. Görünen odur ki, Weber insanların aktleri, sosyal aksiyonları ile sosyal yapıları ördükleri, örüntülendirdikleri düşüncesindedir. Weber’ce sosyal yapılar, ya da daha genel bir adlandırmayla Durkheim’in sosyal olguları kendi başlarına değil fakat sosyal aksiyonlarıyla ilmekleri atan, ilişki ağlarını ören insanlar dolayımıyla ele alınmalı, incelenmelidir. Bu insanlar, kuşkusuz, tarihsel ve kültüreldir. Yine bu insanlar, kuşkusuz, bu ilmekleri tüm kişilikleri, tüm ruhları ile örmektedirler. Örülenler; yapılardır. Bu yapılar kendilerini ören insanların emeğini, terini, yaratıcılığını, zevkini, umutlarını yansıtır. Bu yapılar sosyal aktörlerin manâlandırmalarını ve motiflerini yansıtır. Weber, sosyal olanın sosyal olanla bağını kuranın insan olduğunu görmüş gibidir. Weber’in bizim bu konudaki düşüncemizden farkı, insanları sosyal birim olarak almamasının ötesinde, kolektif kişiliklerin de bir kez kurulduktan sonra sosyal sunumlarda bulunduklarını dikkate almamasıdır. Bundan dolayıdır ki, Weber için, örneğin devletin incelenmesi devlet memurlarının yapıp etmelerinin incelenmesiyle gerçekleştirilebilir. Weber kendini öznel olanın nesnel bilimini kurmakla yükümlü görür. Yukarıda da değinildiği gibi, Weber sosyolojiyi, sosyal aksiyonun sürecini ve sonuçlarını nedensel olarak açıklayabilmek için, sosyal aksiyonu yorumlayarak anlamaya yönelen bir bilim olarak tanımlamaktadır. Burada geçen yorumlayıcı anlama, aktörlerin zihinlerinin öznel durumları ve sosyal aksiyonlarına yükledikleri manâlar dikkate alınarak gerçekleştirilecektir. Weber anlamanın basit bir sezgisel sempati olmadığını da vurgulamaktadır. Weber aksiyon ve sosyal aksiyon arasında, bizim başta yaptığımız ayrıma benzer bir ayrım yapar: Aksiyon, bireyin eylemine öznel bir manâ verdiği tüm insan davranışlarına işaret eder (Weber, 1982:7-8). Sosyal aksiyon ise, ajan veya ajanlarca yönelinen manânın diğer kişi(ler)in davranışlarıyla bir ilişkisinin olması ve bu ilişkinin de o eylemin yapılış tarzını belirlemesi halinde söz konusu olmaktadır Dolayısıyla, bir aksiyonun sosyal olarak görülmesi ve sosyal bilimcinin ilgi alanına girmesi için aktörün o aksiyona öznel bir manâ yüklemesi ve o aksiyonun diğer insanların aktivitelerine doğru yöneltilmiş olması gerekmektedir.
Weber’in sosyal aksiyon anlayışı bizim aksiyon, sosyal aksiyon ve akt anlayışımızla tam örtüşmese de, yine de, kimi paralelliklere sahiptir. Weber sosyal aksiyonu bireyin manâ atfettiği aksiyon olarak tanımlar. Sosyolog da aksiyonları, kendilerine atfedilen öznel manâlara bakarak yorumlar. Weber ideal tip olarak dört sosyal aksiyon tipi belirler. Zweckrational aksiyonda aktör düz bir mantık kurar. Amacını belirler, ona uygun aracını seçer ve yoluna koyulur. Zweckrational aksiyon bir insan önüne ne denli kesin bir amaç koyabilir ve o amaca ulaşabilmek için en uygun aracı ne denli kesinlikle belirleyebilirse işte o kadar, duygulardan, değerlerden, geleneklerden uzak bir eylem olarak ifa edilir. Weber insan rasyonelliğinin böyle bir eyleme imkân sağlayıp izin verdiğini düşünür. Zweckrational biraz da modern insanın yapıp eylemelerini anlamlandırabilmemize yarayan bir ideal tiplemedir. Yüreğinin yalnızlığına kapanmış insanların aksiyonları bu başlık altında toplanabilir. Wertrational aksiyon, rasyonel olmakla birlikte akıl ile değerleri zıtlaştırmayan aksiyondur.

Gerek amacın belirlenmesinde gerek aracın seçiminde çıkarların değerlerin önüne geçmesine izin verilmez. Oysa, zweckrational aksiyonda kurulan amaç-araç bağı çıkarımızı en üst düzeyde temin etmek üzere tesis edilmiştir. Wertrational aksiyonlar hayata kattığımız manâyı gösteren aksiyonlardır. Fedakârlık, sorumluluk, hoşgörü, müsamaha, basiret, barışseverlik, bilgelik, incelik, alçakgönüllülük, güzel farkındalığı gibi, hayatı, yaşayanlar için bir şölene çeviren erdemler gözetilerek yapılan aksiyonlardır. Duygusal aksiyonlar aklın süzgecinden geçmeyen, heyecanlarla yapılan aksiyonlardır. Dördüncü aksiyon tipi geleneksel olup, bunlar aktörlerin uzun boylu düşünmeksizin, alışılageleni yineleyerek yaptıklarıdır.

Weber için sosyoloji, sosyal aksiyonu anlamaya, anlamlandırmaya ve yorumlamaya yönelen bir bilimdir. Sosyolog sosyal aksiyonu anlamaya çabalarken onun gidişatını ve yol açtığı sonuçlarını nedensel olarak açıklamayı hedeflemelidir. Sosyal aksiyona getirilecek iyi bir nedensel açıklama bize tatminkâr bir anlama da temin edecektir.

Weber sosyal bilimcilerin doğa bilimcilerine göre daha avantajlı olduklarını düşünür. Zira sosyal bilimcilerin, çeşitli yollarla, kendilerini nesneleri olan aktörlerin yerine koyup o aktörlerin neyi, neden yaptıklarını özel bir tarzda bilme imkânına sahip olduklarını ileri sürer. Oysa doğa bilimciler kendilerini, diyelim ki, bir atom hücresinin içinde hissedip neden sağa değil de sola kaydığını tahmin etme imkânına sahip değildir. Weber nasıl nedenselliği olasılıklı bir yanyana ya da ardarda geliş ilişkisi olarak özel bir tarzda anlamışsa, anlama kavramını da kendi çağdaşları arasında geçerli olan özel bir anlam içeriği atfı temelinde kullanmıştır. Ona göre, verstehen bir sosyal aksiyonun ya da bir metnin ne olduğunu hissetmek değildir.Verstehen ne sezgidir, ne sempatik katılımdır ne de empatidir. Onun yerine, sistemli ve emek isteyen bir çalışma ile elde edilen bir anlama tarzıdır. Bir sosyal aksiyonun Verstehen anlamında anlaşılması şu üç yoldan birinde ya da bir’den fazlasında mümkün olur:
1-Aktörün bir aksiyonu yaparkenki niyetini bilmekle;
2-O aksiyon yapıldıktan sonra, o aksiyonun gidip içine yerleştiği bağlamı bilmekle;
3-O aksiyonun ifa edilirken içinde cereyan ettiği bağlamı bilmekle.

Weber’in anlama üzerine olan görüşü, bizi, onun olgu-değer ikilemi üzerindeki görüşlerine de gözatmaya davet eder. Weber olgu-değer ilişkisini farklı bağlamlarda farklı tarzlarda kurar. Sözgelimi, profesörün, karşısındaki savunmasız öğrencisine, dersini nesnellik ilkesine tam riayet ederek anlatması gereğini belirtir. Bunun, ahlâkî bir değer olduğunu vurgular. Aynı profesörün, o değil de bu konuda araştırma yapmayı seçerken de, tamamen öznel değerleriyle hareket edebileceğini söyler. Ancak, bu özgürlük, konunun seçilmesiyle biter. Konu bir kez seçildikten sonra, araştırmacı o konu karşısında tamamen tarafsız davranmalıdır. Peki, araştırmacı incelediği aktörlerin sosyal aksiyonlarını anlamaya çabalarken nasıl davranmalıdır? Weber bu konuda da sosyoloğu (ya da tarihçiyi) herhangi bir sosyal aktörden daha ayrı bir konuma yerleştirir. İncelenen sosyal aktörün niyetini bilmek o aksiyona yüklenen değerleri de bilmek demek olduğuna göre, Weber sosyoloğu, anlamayı bir teknik olarak kullanmaya da yönlendirmiş olur.

Sosyoloğun verstehen tarzı bir anlama yoluyla sosyal aksiyonları yorumlayabilmesini mümkün görmek demek, aslında verstehen tarzı anlamayı bir teknik olarak görmek demektir. Anlamaya, yorumlama yapabilmek için gerekli, kullanılması gereken, kullanılmasında fayda görülen bir alet muamelesi yapılmaktadır. Weber, anlamayı bir teknik olarak görürken genelde bilimsel soruşturmayı da ontik bir kavrayış olarak görür. Zaten Weber metodu onto’nun önüne koyanlardan değildir. Julien Freund’un da açıkça belirttiği gibi, Weber’e göre metot konusunda benimsenmesi gereken tavır zihnin hayal ettiği ve adına metot denen bir ideale sadık kalmaya çabalamak değil, metot yoluyla bilgimizi ilerletmeye çabalamak olmalıdır (1972, 40-41). Bilgimizi genişleten her metot kullanılmalı, kısıtlayan her metot hemen terk edilmelidir. Metot karşısındaki tavrımız pragmatik olmalıdır. Onun bu tavrı, metodu bilimin önüne geçirmesini önlediği kadar, ölçmeyi ve nicelleştirmeyi yücelten katı bir pozitivist kimlik geliştirmesini de önlemiştir.

Weber bir yandan sosyoloğun incelediği konuya değer yargısını koymaması gerektiğini vurgularken bir yandan değer yönelimliliğinden kaçamayacağını da vurgular. Bu, bizi değer yargısı ve değer yönelimliği arasındaki farka getirir. Değer yargısının ne olduğunu biliyoruz; ondan kurtulmanın mümkün olduğunu da. Ama değer yönelimliliğinden kaçmak olanaksız. Zira değer yönelimliği özsel bir durum olup her sosyoloğun aynı zamanda, Giddens’in double-hermeneutik dediği, bir dizi kaçınılamazlıklarla çevrili olduğuna işaret eder. Hiçbir şey değilse bile, çalışmamızı kişiliğimiz etkiler. Farklı önceliklere sahip sosyologlar olarak da zaten hep önümüzdeki akıp gitmekte olan sosyal hayatın ayrı bir yanını kendimize konu ediniriz. Değerlerimiz bizi oraya ya da buraya yönlendirir. Aslında, bu iyi bir şeydir. Zira inceleme konumuzu sınırlamaz, tersine, o konunun içine yerleştirilebileceği koordinatları genişletir; ufuklar genişler. Freund bunun aynı zamanda hiçbir araştırmanın tamamlanmamışlığının bir işareti de olduğunu ifade eder. Her bilim insanı, her ekol aynı bir konuyu hep yeniden ele alacak ve hep yeniden inceleyecektir. Zira her yeni araştırmacı aynı konuyu yeni bir değerler seti içine yerleştirerek inceleyecektir.

Ancak, yeniden vurgulayalım ki, Weber değer yönelimliliğinden kaçınamayacağımıza işaret etmekle, değer yargılarıyla tıka basa dolu bir araştırmayı meşrulaştırmaya kalkışmamaktadır. O, sosyal alana ilişkin bilgimizin bilimsel yoldan üretilmesi gerektiğini söyler. Bu ise, kavramsal transformasyonla, gerçeklemeyle ve benzeri kanıtlama metotlarıyla olur. O konuda herhangi bir yasa olmasa bile, bu tür işlemlerle biz o aksiyonu anlayabiliriz. Bu metotlar yoluyla bilgimiz geçerli hale gelir, öznel değerlendirmeler olmanın ötesine geçer (Freund, 1972:45).

Weber en başta da ifade edildiği üzere, sosyolojide, bugün ontolojik açıdan aksiyonel adını verdiğimiz yaklaşım türünün ilk temsilcisidir. Weber sosyal olanı akt’te bulunan aktörden, aktörün yapıp etmelerinden hareketle incelemekten yanadır; sosyal olanın socius ya da polity olması, onun açısından, fark etmemektedir. Bu çizgiyi Weber dışında izleyenlerden biri Simmel, biri von Wiese, biri Norbert Elias’(1897-1990)dır. Öte yandan, Tönnies de gemeinschaft ve gesselschaft’ı organik ve rasyonel irade kavramlarına dayanarak izaha yönelir (5). Tüm bunlar üst üste konduğunda, sosyal olanı aktör ya da aktörün aksiyonu zeminine oturtma eğiliminin Alman kültür dünyasında oldukça yaygın olduğu ortaya çıkar. Alman düşünce çizgisinin bir diğer sürekliliğini Alman düşünürlerin epistemolojik ve metodolojik tavrında bulmak mümkündür. Anlamacı epistemoloji adını verdiğimiz bu tavrın insan birlikteliklerinin incelenmesinde kullanılmasının ilk örneklerini Weber ve kuşağının diğer önde gelen entellektüellerinin yazılarından izlenebileceğini yukarıda belirtmiştik. Nitekim anlamacı epistemolojiyle bağlantılı bir diğer ad, yine Alman kökenli Alfred Schutz’dur (1899-1959). Schutz da öznel manâ yapılarının nesnel olarak tespitine çabalar. Anlamacı epistemolojiye ilgi gösteren ilk Anglosaxon Peter Winch’(1926-1997)dir. Winch geç-Wittgenstein’ın felsefesinden etkilenir: Hem sosyal bilimi doğa biliminden kesin sınırlarla ayırır hem de sosyal bilim ile felsefe arasında özdeşliğe yakın bir benzerlik görür. Gelecek bölümde sosyolojinin 20.yüzyıldaki macerası konu edilmektedir.

Nilgün Çelebi

FİKRİKADİM

The ancient idea tries to provide the most accurate information to its readers in all the content it publishes.