Felsefe ve Kolonyalizm

9 mins read
Servet Kızılay
Servet Kızılay

Batı’da 16. Yüzyılın sonlarına doğru artan “bilimsel” (doğa bilimleri ve matematik) düşüncenin ivmesiyle Metafizik hızla kan kaybı yaşadı. Kant’a gelindiğinde zaten önemli ölçüde gözden düşmüş bir metafizik bizleri bekliyordu. Süreç içinde gayet normal olarak metafiziğe öyle ya da böyle itibar sağlayan çıkışlar yapıldı. Hegel’in Mutlak Tin’i gerekli radikal çıkışlardan biriydi. Bergson’un felsefesi ve benzeri savunular ise, metafiziğe itibar kazandırmaya çalışan diğeriydi . Aydınlanma sonrası bilimsellik iddialarına yönelik mebzul miktarda itirazları, söylemeye gerek yok. Kısacası; her şeye rağmen totalde; metafiziğin bilim karşısında olumsuz anlamı ve konumu yıkılmadı ve halen yıkılmıyor. Mesela; K.Marks; felsefenin dünyayı yorumladığını fakat değiştiremediğini söylüyordu. Yani genel olarak  metafizik, gerçek dünyada değil, kavram dünyasında dolaşan bir hayalete benzetiliyordu.

Felsefenin, düşüncenin “masa başı” işi olmadığı yani hayattan ve gerçek problemlerden kaynaklanan ve onların problemini çözen esaslı bir iş olduğu sıklıkla vurgulanıyordu. Artan tempoda giderek “İşlevselcilik” daha sonra “Pragmatizm”, felsefenin ve düşüncenin konumunu belirleyen bir hal aldı. Yani düşünmek; bir iş çözmek, bir şeyi kullanmak, bir şeyden en maksimum faydayı görmek ile eşit hale geldi. M.Horkheimer’ın “formel akıl” dediği, M.Heiddegger’in “sayan aklı”, R.Guenon’un “niceliksel aklı (niceliğin egemenliği)”  ya da genel anlamda “Araçsal akıl” diye söylenen düşünme biçimi, hakim hale gelip insanları esir aldı. Bugün en büyük, aşılamayan problemlerden biri “Araçsal aklın” nasıl durdurulabileceği, nereye bağlanabileceği, vb problem(ler)den oluşur.  

Bilim kavramı, İlim kavramını kapsayan, aşan, hatta yutan bir kavram olarak düşünce hayatında (üniversiteler, akademiler, aydınlar vb) son derece teknik boyutla bizleri sınırlandırmaktadır. Araçsal akıl bu düzlemde en son ve keskin biçimiyle kullanılmaktadır. Buraya kadar bir “sorun” yok diyelim. Peki kolonyalizm ile bunların ilişkisi ne? Buna bakalım.

Şimdi;

Bir taraftan Metafiziğin anlam kaybı, bir taraftan işlevselcilik, bir taraftan pragmatizm, bir taraftan araçsal akıl hepsi ortak bir kaderi paylaşacak şekilde örgütlendi: Doğayı-nesneleri-toplumu-insanı kontrol etmek, denetlemek, disiplin altına almak. Yani somut ve pratiğin denetlenebilir, çözümlenebilir ve üretilebilir taraflarını öne çıkarmak, merkeze almak. Hepsi “iyi” ve “güzel” fakat olguları takip ettiğimizde önümüze ne çıkacak? 

İlerleyelim: Batı düşüncesi, felsefesi ya da genel olarak ‘düşünce ve felsefe’, değişimin en önemli aktörü olarak sunuldu. Tüm dünyayı kasıp kavuran gelişmeler, değişimler, dönüşümler bilimde-teknolojide ilerlemeler en nihayetinde zihinsel bir dönüşümün/devrimin sonucuna bağlandı. Şayet bu doğru ise tam da yeri gelmişken soralım: Batının evrensel düşüncesi her şeyi dönüştürmüşken kolonyalizm nasıl olurda dönüşüme uğramadı, ortadan kalkmadı, Batı tarafından terk edilmedi/edilemedi? Mesela; Fransa 16 yüzyıldan beri düşünce dünyasında rol alan bir aktör fakat bırakın tarihsel kolonyalizmi daha 1945’lerde Cezayir’de (mağrib’te) yaptığı katliamlar kan dondurur bir vahşettir. Ruanda’daki 1994’te sivil (kadın çoluk çocuk) halk katilamı, soykırımın kanı halen kurumamıştır.  Burada ciddi bir paradoks vardır: Hem düşünceyi işlevsellikle, pragmatizmle, araçsal aklın tahakküm biçimiyle formüle edeceksin hem de felsefenin kolonyalizmi değiştirmeye ya da dönüştürmeye gücü yetmedi, diyeceksin. Yani burada düşünce, felsefe, kolonyalizm karşısında adeta adı konmamış bir “Metafizik” olurken diğer yanda doğayı-insanı-nesneyi her şeyi şekillendirebilen bir güç gibi işlem görür. 

Asırlardır önder olarak gösterilen, sunulan fikirlerin- düşüncelerin, kolonyalizmin hakkından gelememiş olması kendi içinde birçok tutarsızlığı barındırır. Öte yandan tam tersi düşünceler de insana aşılar. Yani o üretilen ve hakim olarak okutulan düşüncelerin kendisi; kolonyalizmi aynı zamanda üreten, meşrulaştıran, devamını sağlayan bir mekanizma mı?! Demekten insan kendini alamaz. 

Kolonyalizmin gelişmiş ülkelerin halen hız kesmeden devam ettirdiği bir siyasal olgu olduğunu ve yine halen Afrika’da, Latin-Amerika’da, Asya’da, Mağrib’te, dünyada alabildiğince zulümlerini sürdürdüğünü, gözümüzün önünde Irak’ta 1.5 Milyon insan katlettiğini hatırlarsak, hakim düşünsel paradigmayı daha şiddetli eleştirmek, bir zorunluluk olur.

Burada yaptığımız itiraz ve sorulara karşı: “post-kolonyal teoriler,  yeterince bunu sorguluyor, tartışıyor, irdeliyor” diye bir şey sunulsa, önemli ölçüde haksız ve isabetsiz olur. Çünkü buradaki meselemiz; kolonyalizmin eleştirilmesi değil neden şimdiye kadar kökten değişmemiş, ortadan kaldırılmamış olmasıdır ve ısrarla yürürlükte işlemesidir. Burada insan sormadan edemez: Dine , Tanrıya, doğaya, insana , tüm nesnelere takla attıran şey (Batı ve düşüncesi),  kolonyalizme gelince mi kötürüm oldu, felç geçirdi?!

Önümüzde şu seçenek var gibidir: Kolonyalizm ve kolonyalist anlayış konusunda ya tüm Batılı düşünürlerin-filozofların; çaresiz kaldığı söylenecek -ki bu durumda düşünce felsefe kötülemiş olduğu Metafizikle eşitlenecek, aynı anlamı paylaşacak – ya da kolonyalizmin suçlarına onları da ortak etmek gerekecek-ki bu durumda da düşünce kolonyalizmin üretici fabrikası olacak-. Çünkü kolonyalizm; uçu açık, tanımlanamaz, ele geçirilemez, herhangi bir yere bağlanamaz, gösterilemez vb bir şey değildir. Evet karmaşıktır fakat tüm sonuçları maddi ve manevi sömürülmeyle, katledilmeyle, ezilmeyle, tüketilmeyle, kültürleri-şehirleri, zihinleri bitirmeyle vb yaşanır.