/

Bayramı Balkonda Karşılamak

15 mins read

Salgın nedeniyle bayramları evde kutlamak zorunda kalıyoruz. Bunlar yeni deneyimlediğimiz durumlar. Ramazan Bayramı, 19 Mayıs, 23 Nisan… Artık evlerden seremonilere katılmak durumundayız. Geçen 23 Nisan’da saat 21:00’de herkes balkonlarından İstiklal Marşı söyleyecekmiş, bilmiyordum. Balkonda çamaşır asıyorum. Bendeki zamanlamada manidar. Tam çamaşırı askıya mandallayacağım; bir gürültü, bir alkış… Allah, Allah? Neler oluyor? Çamaşır asıyorum, diye bu kadar alkışa gerek yoktu. Sonra birden komşular kırmızı bayraklarını açıyor, benim elimdeyse ıslak çamaşırlar dalgalanıyor. Üstüne bir de İstiklal Marşı başlamasın mı? Ben bir elimde mandal, bir elimde çamaşır kaldım. Diğer komşular gururla, kıvançla marşı okurken, ben hazırlıksız olmanın mahcupluğuyla kalıyorum. Neyseki bunu 19 Mayıs’da telafi ettim. Bu sefer saat 19:19’da bayrağımla birlikte hazırlıklıydım. Artık evden etkinliklere alışacağız. İlki acemiliğime geldi. 

19 Mayıs ‘da bir yandan ev işleri mecburen devam ediyor. Televizyondan Atatürk’ ün sesi geliyor “Türk Milleti zekidir, Türk Milleti çalışkandır!” diye. Ben o sıra banyoda lavaboya ovuyorum. O sesi duydukça daha bir şevkle, heyecanla ovuyorum. Sonra düşündüm. Atatürk bize özgüven aşılamak için neler yapmış… Yoksa bilmiyor muydu çok zeki, çok çalışkan olmadığımızı. Ama olabileceğimize inanıyordu. Bu milleti tekrar ayağa kaldırmak için, bize güç veriyordu. Bize, yapabileceğimizi gösteriyordu. İşte milli bayramlarımızda mütemadiyen çıkan bu ses, nerede olursak olalım, birden bize güç verir. Omuzlarımız dikleşir, yaptığımız iş küçük gelir. en zor işleri yapacağımıza inanırız. Atatürk, kendi milletine inanmak gerektiğini, ona özgüven verilmesi gerektiğini biliyordu. O yüzden, en şık haliyle ve en gür sesiyle bize sesleniyordu. 

Oysa bu salgında, başka meselelerde olduğu gibi Türkiye’nin gösterdiği başarıyı Atatürk’ü anlamayanlar -ne acıdır ki kendilerini Atatürkçü addedenler- küçümseyerek, halkın gösterdiği dayanışmayı ve itinayı göz ardı edip, hep halkı suçlayarak özgüvenimizi yıkmaya çalışıyorlar. Her toplumda görülebilecek, yasağa uymayan insanların davranışlarını bütün halka mal ediyorlar. Bu insanlar, Atatürk’den hiç birşey öğrenememiş, O’nu anlayamamışlar. Üstelik de sanki bu halktan üstünlermiş gibi davranıyorlar. Bu salgında Türkiye başarı gösterdi ve bu hepimizin başarısıdır. Umarım tez zamanda özgüvenimiz yerine gelir ve bu güven kırıcılardan kurtuluruz.

Böyle yazarken şöyle bir düşündüm de bayramdan bayrama psikolojimiz değişiyor. Milli bayramlarda bir gurur, bir kıvanç kaplıyor içimizi. Dini bayramlardaysa bir samimiyet, bir dayanışma tavrı alıyoruz. Her bayramın karakteri kendine özgü. Ramazan Bayramı, oruçtan çıktığımızdan dolayı tatlı bir yorgunlukla ve birbirimize karşı empati duygularıyla ön plana çıkıyor. Kurban Bayramı, paylaşmanın sembolü. 23 Nisan’da sanki çocuk oluyoruz. Zaten meclisin çocuk hali, ilk açılışı. Çocuklarımız da 23 Nisan ‘da, yeni yeni bayramları öğreniyorlar; ilk gösterilerini, ilk şiirlerini okuyorlar. 19 Mayıs’da, gençlik enerjisi sarıyor içimizi. Dağları, tepeleri aşacak gibi hissediyoruz. 30 Ağustos’da, önümüzde kimse duramaz, zafere bir adım kalmış. 29 Ekim’deyse gururluyuz, kendimizi gerçekleştirmişiz. Her bayramın dili farklı, tavrı farklı… Ama her bayramın ortak paydası mutluluk vermesi. Dünyanın her neresinde, hangi bayram olursa olsun; o bayram sevinç, neşe getirir. 

Çocukluğum Karadeniz’ in yemyeşil bir köyünde geçti. 23 Nisan hatıralarım aklıma geldi. Okulda halk oyunu olarak Giresun karşılaması oynardık. Karşılama oynamaya ta o zamanlardan antremanlıydık. Kına gecelerinde, düğünlerde, şenliklerde oynardık. Böyle planlı olanların yanında kendiliğinden gelişen duygu patlamalarında da Giresun karşılamaları oynadığımız olurdu. Hala da öyle oynanıyor. Seviyorum memleketimi… Oynamasını eğlenmesini severler. Coşkuludurlar. O yüzden Giresun karşılaması, Giresunlular için bir danstan ziyade bir hayat biçimidir.

Giresun karşılaması oynarken bağımsız oynarsın ama ayaklarını karşındakine uydurmak zorundasın, belli bir uyum içinde. Ayakları değiştirirken üzerine bastığın ayağınla ufak saliselik bir zaman diliminde esneme hareketi yapman gerekiyor, onu yapmadığın takdirde ayaklar bozuluyor. Küçük,  ince bir ayrıntı ama onu yapmadığında oyun baştan sona bozuluyor, uyum sağlanamıyor. Bunu becerebilmek için bolca oynamak gerekiyor. Bir-iki denemeyle olmuyor. O esneme hareketini kazandığında karşılamayı oynayabiliyorsun. Giresun karşılamasının da bir felsefesi var. Bireysel olarak oynuyorsun, birine bağlı değilsin. Fiziksel olarak öyle görünse de aslında bütünü oluşturan bir parçasın. Kollar, gövde, ayaklar; tüm bedeninle uyum sağlandığında; ayrı ayrı, tek bir vücut gibi hareket ettiğinde var oluyorsun. Gösteri, işte o zaman kendini gerçekleştiriyor. Çocukken ilk önce bunu sağlamakta zorluk çektim. Ayaklarım hep yanlış gidiyor ve moralim bozuluyordu. Anlattığım gibi ayaklarda esneme hareketini bolca denemelerden sonra kazandığımda oyunla ilgili başka sorunum kalmamıştı. Bunu başardığımda mutlu olmuştum. Giresun karşılamasını oynayabiliyorsan Giresunlu olduğun tescillenmiştir artık…

Çocukluğumda bayramlardan hatırladığım, babamın her yıl 19 Mayıs’da şehirdeki stadyumda yapılan gösterilere bizi götürmesiydi. Bu gösteriler benim için tam bir karnaval havasında olurdu. 19 Mayıs, benim için mutlu bir gündü. Hava hep güneşli olur, Karadeniz’in yağışlı olmasına rağmen. Kuşlar bile sabah, bu karnaval için ayrı bir cıvıldardı. Liseye giden gençler rengarenk, cıvıl cıvıl giyinirlerdi. Kızların ellerinde püsküller, erkeklerde bayraklar, kimilerinde çemberler olurdu. Bu rengarenk kocaman dünyada, bu kalabalıkta; küçük boyumla bacakların arasından boşluk bulmaya çalışarak onların geçişini izlerdim. Alice harikalar diyarında gibi, hissederdim. Köydeki ıssız ve sessizlikten buraya gelmek bana ayrı bir macera gibi gelirdi. Sonra tribündeki yerlerimize oturur, yüksekten bütün o renkliliği görmek ayrı bir heyecan verirdi. Başka bir heyecan da o kalabalıkta tanıdığımız birilerini görmekti. Babam o arada beni dürter, bak “Yıldız ablan bize el sallıyor. Sen de salla!” derdi. Tanıdık birilerini görüp, bize el sallaması neşemize neşe katardı. Gösterilerde karşı tribünde flamalar olur. Bayrama uygun yazılar, şekiller çıkardı. Bu yazılar nasıl çıkıyor, nasıl değişiyor, diye merak etsem de buna çok takılmadım. Sonuçta karnavaldaydım değil mi? Nasıl olduğunun ne önemi vardı? Flamalar da buna uygun davranıyorlardı. Onların flama olduğunu bile bilmiyordum. Genelde liseli gençlerin yaptığı hareketlere özenirdim. Bana onlar o kadar büyük ve karizmatik gelirdi ki. Sanki gördüğüm bütün kızlar güzel, bütün erkekler havalıydı. Sanırım bu karnaval etkisiydi… Püskül sallayışları, çemberler atışları, ritmik hareketleri keyifle izlerdim. En sonunda o kocaman abiler, kulelerini yaparlar ve ellerindeki bayrakları çıkararak gösterinin zirvesini oluştururlardı. Bize de coşkuyla alkışlamak düşerdi. 

Gösteri bitip stadyumdan ayrılsak da eğlence daha bitmemiş olurdu. Uçan balon alınırdı. Dedim ya o gün her şey  karnavala uygun olmalıydı, diye. O yüzden balonun uçması gayet doğaldı. Gösteriden dönenlerin buluşma noktası Atapark’dı. Eğlence burada devam ederdi. Atapark’daki Atatürk heykeli sembol yerlerimizdendi. Atatürk’ün parmak işareti ileriyi gösterir. Bizim Karadeniz’e doğru çevrilidir. “İlk hedefimiz  Akdeniz’ dir! İleri! “ temasını sembolize eden bir heykel. Pelerinli ve heybetli bu Atatürk heykelinin yanında kutlamalara devam etmemiz, Atatürk ‘ün sayesinde kutladığımız 19 Mayıs bayramına uygun düşerdi. O parkta koştururken artık acıkmış olurdum ve buram buram lahmacun kokuları gelirdi. Sepetlerinde lahmacun satan satıcılar, o gün ekmek parası için kol gezerlerdi. Kendilerine özgü, uzatarak ve inceleştirerek “Leh…ma…cunnn!..” deyişleri vardı. Lahmacuncu; tahta sepetinden, üzeri bir örtüyle örtülü lahmacunlardan, hızlıca bir tane çıkarır, bir hokkabaz edasıyla lahmacunların arasına soğanları koyar ve saman kağıdına yuvarlardı.O lahmacunları öyle özlüyorum ki… O yumuşak, sıcacık, mis gibi soğan kokan lahmacunların tadını şimdi hiç bir lahmacunda bulamıyorum. Giresun”da da bu lahmacunlardan fazla yapılmıyor. Birkaç yıl önce memlekete gittiğim sırada, es kaza lahmacuncunun sesini duydum. O sesi nereden duysam tanırım. Peşinden epey koşturduğumda yaşadığım sevinci anlatamam. En sonunda o yumuşak lahmacunlardan alabilecektim. Ama lahmacuncu kalmadığını söyledi. Artık çok az kişi bunu yapıyormuş ve erkenden bitiyormuş güzelim lahmacunlar… Ama en azından lahmacuncuyu gördüm, şükür ki yaşıyordu…

Esen Güney

Esen Güney Married She has a son and was born in Giresun. She lives in Istanbul. Since 2014, she has been working as a writer and publication editor at fikrikadim.com. She has published essays, stories and interviews. He still continues to write and conduct interviews.