/

Sibel Can Konseri, Edremit  Belediye Başkanı’nın Yaşadıkları Hakkında Bir Takım Düşünceler

19 mins read
Sibel Can Konseri, Edremit  Belediye Başkanı’nın Yaşadıkları Hakkında Bir Takım Düşünceler

İnternette gezinirken önüme bir haber düştü. Sibel Can’ın Balıkesir konserinde Edremit Belediye Başkanı Hasan Arslan‘ın Sibel Can’a teşekkür etmek için yanına gitmesine korumaları izin vermemiş. Eee, izin verilmeyen belediye başkanı olunca arbede çıkmış. Bunu neden anlatıyorum. Yakın zamanda Belediye başkanıyla aynı durumu yaşadım, bir arbede yaşamasam da… 

Geçen ay gençliğimizin şarkıcısı Yaşar’ı dinlemek için Turkcell Vadi İstanbul’daydım. Onun şarkılarının yeri bende ayrıdır. On altı yaşımdan, yirmi beşlerime kadar damga vurmuştur. Yalnız gençken Yaşar için ölüp bitmezdim. Öyle sanatçılara aşırı bir hayranlığım yoktu. Şarkıları ise gençlik yollarımızın arka fonunda bir arkadaş gibi yer alırdı. Yaşar’ı da nasıl bilirdim? Güzel şarkılar yapan güzel adam olarak…

Yıllar sonra konserine gitme kararı aldığımda heyecanlandım. Elimden yazı yazmak gelince, ona bir mektup yazma kararı aldım. Onun şarkılarının benim yaşamımdaki etkilerini anlatan. Mektubu ona ulaştırmak istiyordum. 

Kulisine gitme imkanı bulamayacağımı düşünürek sahnedeyken mektubu vermeye karar verdim. Ben yukarılarda oturuyordum ve sahnenin yakınına indiğimde, o sahnenin  diğer köşesine geçti. Ve ben iri yarı, ürkünç bir korumanın yüzüyle karşı karşıya kaldim. Bütün sevimliliğimle bu korkutucu varlığı yumuşatmaya çalışmaya başladım. Ben nazikçe derdimi anlatırken bu varlığın aslında konuşma diliyle iletişim kuramadığını farkettim. Elimdeki kağıdı açarak diğer köşede beni görmemezlikten gelen Yaşar’a göstermeye çalıştım. Varlığımın görülmemesi beni çileden çıkardı. Yani herkes sanki kıçlarına tutkal yapıştırılmış gibi otururken sadece sahnenin önünde ben duruyorum ve görülmeyecek kadar ufak tefek değilim. Sonra uzun boylu, zayıfça başka bir koruma geldi ve beni sahnenin önünden uzaklaştırdı. Yani bir arbede yaşamadık. Şimdi bana kötü davrandılar, diyemem. Onlar da kendi görevlerini yapıyorlardı. Ben Yaşar’a kırıldım doğrusu. Yani yapacağı şey sadece benim ona vermek istediğim kağıdı almasıydı. O ise özellikle görmemezlikten geldi. 

Yıllarca onun şarkılarıyla yaşayıp görmemezlikten gelinmek nasıl bir duygu? Tabi ki hayal kırıklığı. Sanatçıların ister istemez güvenlik kaygıları olabiliyor. Ama seni var eden insanların da istekleri var. Bu istekler de aman aman yapılamayacak şeyler değil. 

Şimdi başa dönelim. Pozisyonu başa alalım. Erman Toroğlu misali. Ben sahneye yaklaşırken Yaşar sahnenin öbür köşesine gider. Ben ilk önce ürkünç korumaya maruz kalırım. Yaşar ilk önce aldırmaz. O köşede şarkıya devam eder. Ben ilerleyip görmesi için kağıdı açar, sallarım. Bu sefer diğer ürkünç olmayan koruma üzerime gelir. Yaşar bu sefer dikkatini bize verir. Bana bakarak zavallı ve zararsız bir kadıncağız olduğumu anlar. Yani boğazına sarılarak, bunu yapmak isteyenleri galeyana getirip, hurra üstüne üşüşecek olamayacağımı anlar. Neyse bana doğru yönelir. Korumaya beni bırakmasını işaret eder. Bu arada şarkı söylemeye devam eder. Ben elimdeki mektubu uzatırım. Ona vermesi için sahneyle koltuklar arasında duran ürkünç korumaya mektubu getirmesini işaret eder. O ürkünç koruma Sünger Bob’daki Patrick karakteri gibi sevimleşerek mektubu Yaşar’a ulaştırır. Ben mutlu halk olarak gönül rahatlığıyla koltuğuma dönerim. Olayın bu kadar sade ve basit olması gerekirken neden canımı sıkacak bir duruma dönüştü. Kendimi aptal bir hayranı gibi hissettim. Yahu Yaşar, ben senin şarkılarına değer verdiğim için bunları yaptım. Seninle bir ilgisi yok Ayrıca konsere sanki uykudan kalkmış gibi özensiz gelmen ki İstanbul’un en son teknolojisiyle yapılmış açık hava alanındayız. Dinleyenleri sanki bir kobay gibi davranarak şarkılarını söyletip bir de yetmezmiş gibi orkestranın bilir kişilerinden onay alman bana iyice sevimsiz geldi. 

“Nereden çıktı bu abla? “

Şimdi duygularıma yenilip yerden yere vurmayayım .Yaşar’ın hiç mi artıları yoktu, derseniz. Tabi ki vardı. Kısa zamana bir sürü şarkısını sığdırdı. Bunu soluksuz yaptı. Ayrıca şarkılarını canlı dinlemek çok güzeldi. Konser alanı, havası, ışık gösterileri… Hepsi güzeldi. Orkestrası özellikle saksafoncusu harikaydı. Neyse ki sonlara doğru tutkal gibi oturtulmuş koltuklarımızdan kalkmamıza izin verdi de beyefendi son yarım saati sahnenin önünde gerçek bir konser gibi geçti. Hakkını yemeyeceğim. Sırası gelmişken herkes cenazeye gelmiş gibi dinliyordu. Arada bazı şarkılarında coşuyor, ayağa kalkıyorum. Konserde olması gereken bu zaten. Bakıyorum kimse kalmıyor, tekrar oturuyorum. Yaşar ara sıra “Bu şarkımda kalabilirsin,…” dediğinde kalkıyorlar. Yahu benim bilmediğim birşeyler mi dönüyor bu konserde? Komünist sisteme mi geçildi? Otur, kalk, şarkıyı söyle, ritim tut, alkışla, dur, yaklaşma… Konsere evli olan arkadaşlarımla gittiğimden onların romantizmini bozmayayım diye diğer yanımda oturan, benim gibi eğlenen genç kızlara salça olmaya çalıştım. Bir ara dans etmeye Yaşar tarafından izin çıktığında yanımdaki uzun boylu sarışın genç kıza bizim sırayı göstererek “Bizim grup güzel eğleniyor. (Kendimi gruba dahil etmeye çalışıyorum.) Bana “Nereden çıktı bu abla? ” der gibi bakıp zoraki gülümseyerek kafasını öbür tarafa döndü. Bütün bunları düşündüğümde tam bir fiyaskoydu… Ama ben İstanbul’da bir hemşireyim. Fiyaskolar benim için alışıldık durumlardır. Asla pes etmem. Konsere geldiysem bana uymasa da sonuna kadar tadını çıkarırım. Öyle de yaptım. 

Eskiden konserlerde sanatçılarla dinleyiciler arasında bir paylaşım olurdu. Ne bileyim çiçek, resim, mektup verenler. Sarılmak isteyenler. Tabi ki o zamanlar da aşırı hareketlere izin verilmezdi. En azından sanatçıları var eden halkın da bir hareket alanı vardı. Ben gittiğim bu Yaşar konserinden ve okuduğum bu haberden halka hatta protokole böyle bir alan bırakılmadığını çıkardım. Ama siz başka konserlerde böyle hissetmediyseniz lütfen alta yorum olarak yazın. Umarım bu konuda yanılıyorumdur ve bu yaşananlar münferit olaylardır. 

Şimdi konser deneyimlerime şöyle dönüp bakıyorum. İlk gittiğim konser, ilkokul zamanlarımda  Giresun’daki kapalı spor salonundaydı Aslında birçok sanatçı ve en önemlisi dansözden oluşan bir konserdi. Yılbaşı gecelerinde televizyondan  izlediğimiz dansözü, kanlı canlı izlemek benim için ilginç bir deneyim olmuştu. Her sanatçı sırayla şarkısını söyleyip gidiyordu. Yüksel Uzel’i eskiler bilir. Çok değerli Türk Sanat müziği sanatçısıdır. O benim tarafa geldiğinde hiç beklemediğim anda bana iri gözüyle göz kırpmıştı. İşte bütün herşey o andan itibaren başladı. Yani ben her gittiğim konserde sanatçılar tarafindan farkedilmek ve ilgi görmek istiyorum. Herşey çocukluğa dayanıyor diye boşuna söylemiyor psikologlar. Şaka bir yana o anı unutamam. İlk defa geldiğim bir ortamı incelerken bu kocaman göz kırpış bana kendimi değerli hissettirmişti. Hala düşündüğümde mutlu olurum. Halbuki ufak bir hareketten başka birşey değildi. Sanatçıların kendilerini var eden halkı, mutlu etmek için çok fazla birşey yapmalarına gerek yok. Ufak bir tepki, ufak bir etkileşim yeter. Aşırı ilgiyi veya riskleri nasıl yönetebileceklerini öğrenebilirler. Halkın ilgisiyle kazandıkları paraların çok cüzi miktarıyla uzman kişilerden eğitim alabilirler. Böylelikle borçlu oldukları halka vefa borçlarını öderler. Ne ilginç değil mi? Halkın sana ilgi göstermesi için kırk takla atıyorsun, ilgiyi kazanıp ünlü oluyorsun, sonra belli bir konuma gelince ilgiden bunalıyorsun. Bunu sadece sanatçılar için söylemiyorum. Ben de ünlü olsam aşağı yukarı olacağı bu.Gerçekten insanoğlu olarak ilginç varlıklarız. 

Lise yıllarımda yatılı okulda arkadaşlarla Haluk Levent konserine gitmiştik. Harika bir konserdi. O yıllar onun şarkıları çok revaçtaydı. Heyecanlı, dinamik gençler olarak salonu doldurmuştuk. Hep bir ağızdan coşkuyla söylüyorduk şarkılarını. Hepimiz ayakta, kollarımız havada eşlik ediyorduk. Bir yandan bazıları serçe parmaklarıyla işaret yapıyorlardı. Ben de bilinçsizce bu hareketi yapmışım. Sonra bir arkadaş geldi. “Sen de mi Kemalist’sin” dedi. Meğer Kemalist gençlerin işaretiymiş. Ben ise alık alık bakıyorum. Konser, eğlence ne alaka diye, düşünüyorum. Bir yandan siyasi şeylerden uzak durmak üzerine yetiştirilmişiz. Hiç bilmediğim bir şeyin içine girerim, diye ödüm patlıyor. “Yok” diyerek parmağımımı indirdim. Bu işareti bilmediğimin çakılması da hoşuma gitmedi. 

Yine gençlik yıllarımızda Ankara’da İbrahim Tatlıses konserine bir arkadaşla hiç aklımızda yokken gitmiştik. Konseri son anda duymuş ve gitmeye karar vermiştik. Yanlış hatırlamıyorsam hipodromda yaptığı bir halk konseriydi. İbrahim Tatlıses’i görmeyi bırak, şarkılarını duyamadık. Hem alan çok geniş hem de çok kalabalıktı. Mısır yemiş, yarım yamalak duyduğumuz şarkılara eşlik ederek bazen de durumumuzu tiye alarak zaman geçirmiştik. İnsanın beklentisiz olması mutlu ediyor. Biz konserden pek bir şey beklemeden çok eğlenmiştik. 

İşe başladığım yıllarda yapmak istediğim Sezen Aksu konserine gitmekti. O zaman göre epey tuzlu bir ücrete bilet almıştım. Gayet nezih bir konser salonunda dinlemiştim Sezenciğimi. Yalnız daha çok kıyıda köşede kalmış şarkılarını seslendirmişti. Benim beklediğim kült şarkıları değil. Yine de harikaydı. Harika olmayan yanımdaki kokanaların Sezen hakkında ileri geri konuşmalarıydı. Belki doğruydu söyledikleri ama onu değersizleştirerek konuşuyorlardı. Eminim Sezen’le konuşsalar yere göğe sığdıramazlardı. Sezenim anlar bunların ne mal olduğunu zaten. Böyleleriyle çok karşılaşmıştır. O konserde unutamadığım Sezen’in, ismini hatırlamadığım şarkısına biz de eşlik etmiş ve bu doğal gelişmişti. Öyle “Şunu hadi söyleyin, durun marabalarım, sizi çekeceğim, aman da aman sosyal medyamda paylaşacağım, hadi sevinin… ” edasıyla değil. Sezencim de “Ne güzel söylediniz… ” demişti. O an onunla şarkı söylemenin sevincini yaşamıştım. Bizi de gururlanmadırmıştı . İşte sanatçının çok bir şey yapmasına gerek yok. Halkın çoğunluğu zaten halden anlar, sık boğaz etmez sanatçısını. Ama ondan da değer gördüğüne dair ufak bir işaret bekler. 

En son gittiğim konserlerden biri Beyoğlu etkinlikleri kapsamında Emek Sineması’ndaki Türk Sanat Müziği konseriydi. Yaş ortalaması yetmiş olan eski İstanbul hanımefendilerinin, beyefendilerinin geldiği bir konserdi. Bu konsere göre genç ve beklentisi yüksek bir dinleyiciydim. Yani ben repertuvarda 70 ve 80 yılların ağır basan şarkıları olacak diye düşünürken, şarkılar bayağı bir ağır, 1800 ve 1900 yılların şarkılarıydı. En yeni şarkısı Alaaddin Yavaşça’dan “Kapıldım gidiyorum, bahtımın rüzgarına…” şarkısıydı. Düşünün artık gerisini. Ama bu şarkıya tutuklu kaldım, Sezenciğimin deyişiyle. Şarkılar çok eski de olsa, bir şey anlamasam da ki bu benim eksikliğim konserin havası, yeri, dinleyicilerin naifligi harikaydı. İyi ki gitmişim. Sizler de lütfen konser deneyimlerinizi altta yorumlarla benimle paylaşın. Paylaşmak güzeldir… 

Esen Güney

Esen Güney Married She has a son and was born in Giresun. She lives in Istanbul. Since 2014, she has been working as a writer and publication editor at fikrikadim.com. She has published essays, stories and interviews. He still continues to write and conduct interviews.