İran Üzerine

27 mins read
Yazan: Ahmet Meral
Ahmet Meral

1979 yılında İran’da Humeyni önderliğinde İran İslam devrimi gerçekleşti. Alışılmışın dışında özellikler taşıyan bu devrim sadece Ortadoğu’da değil dünyada da büyük yankı uyandırdı. Büyük dalgalanma yaratan bu İslamcı yürüyüş, Batılı emperyalistlerin İslam dünyasına yönelik yaklaşık iki yüzyıldır devam eden, sosyal, kültürel, ekonomik, siyasi ve askeri saldırılarına karşı birikmiş bir öfke, modern sömürgecilere adeta indirilmiş bir şamar niteliğindeydi. Din adamlarının rehberliğinde kadın, erkek milyonlarca halk kitlesinin gerçekleştirdiği Şii-İslam okulunun bu beklenmedik ciddi hamlesi, ‘İslami Devlet’ idealinin gerçekleşmesi yolunda çok önemli kilometre taşını oluşturdu.
 
Devrim, kısa bir süre içinde Ortadoğu’yu sosyal, kültürel ve siyasi etkisi altına almayı başardı. Bu gelişmeler, monarşiyle yönetilen, diktatör yönü ağır basan, Batı’nın siyasi ve ekonomik çıkarlarının bekçiliğini yapan, kişisel çıkarlarıyla Batılı güçlerin menfaatlerini birleştiren, bölge yönetimleri açısından ciddi tehdit olarak görüldü.
 
İran İslam devrimi, Doğu toplumlarının son yüz elli yıllık siyasi süreçleri arasında önemli bir dönüm noktası olarak yer aldı. Tahran’daki halk ayaklanması, Tanzimat ve Islahat Fermanları, Meşrutiyete ve Cumhuriyet yönetimlerine geçişler gibi İslam âleminde ve Müslüman kamuoyunda beklenti uyandıran, kitleleri heyecanlandıran çok önemli bir hamleydi. İran halkı, Başta ABD olmak üzere Batı’nın Ortadoğu’daki ileri karakolu rolündeki 2500 yıllık müstekbir bir yönetime çıplak elleriyle son veriyor ve Şah Rıza’ya tahtını ve tacını bırakarak kaçmaktan başka seçenek bırakmıyordu. Devrim Ortadoğu’daki siyasi dengeleri bütünüyle sarsmakla kalmadı, alışılmış sağ sol kavramlarını yeniden düşündürdü. Bu büyük inkılâp, İslam Dünyası’nda eşitlik ve adalet temelleri üstünde yükselecek temiz toplum oluşturma, Batı’ya bağımlılığı ortadan kaldırma adına ümitleri yeşertti ve mazlum toplumların ilgiyle izlediği yeni bir sosyal dalganın fitilini ateşledi.
 
Devrim kısa süre içinde, Şiiler başta olmak üzere ezilen Müslüman kitlelerin ve gençlerin yoğun ilgisiyle karşılaştı. Buna karşın, petrol zengini hanedanlar devrimin ülkelerine sirayet etmemesi için olağanüstü önlemler aldı. Hatta Saddam Hüseyin’i İran’a karşı kışkırtarak İran- Irak savaşının zeminini hazırladılar. ABD, Batılar ve onlarla işbirliği içindeki köhne rejimlerinin açık desteğiyle Saddam yönetimindeki Irak,1980 yılında İran’a karşı sekiz yıl sürecek savaşı başlattı. ABD yörüngesindeki körfezin kukla rejimleri bu savaşta Irak’a şaşırtıcı bir cömertlikte mali, askeri ve lojistik destek verdiler. Bu savaşta Saddam, Almanya ve Kuzey Kore’den aldığı kimyasal silahları da kullanmaktan çekinmedi. Hatta bu silahları bilhassa hardal gazını kendi yönetimi altındaki Halepçe’de çoğunluğu Kürtlerden oluşan zavallı siviller üzerinde acımasız bir biçimde kullanma çılgınlığını da gösterdi. Böylece Saddam, hem Irak, hem de İran’da, çoluk, çocuk, yaşlı genç demeden on binlerce savunmasız Müslüman’ın ölümüne yol açan acımasız bir lider olarak tarihe geçti. Savaş bütün savaşlar gibi yıkım getirdi. Yüz binlerce kayıp, on binlerce sakat verildi. Her iki toplumun mali kaynakları heba edildi. Onarılması güç ekonomik zorluklar ve psikolojik çöküş, beklenen ve olası güzel hamlelerin önünü kesti. Güç kaybına giren yönetim, gereksiz hassasiyetleri sergileyerek, sosyal, siyasal ve kültürel örgütlenmelere karşı kuşkulu ve daha çok yasakçı tutumu tercih etti.
 
Öte yandan İran’ın yeni yönetimi, muhalif ruhlu İran toplumunun beklentilerini tatmin edemedi. Bütün toplumların ortak arzusu; şeffaf yönetim, iş ve gelir düzeyinin yükseltilmesi, hürriyetlerin kullanımında açık toplum ilkelerine uyum, hür basın, hür medya, adil yargılama gibi istekler, belli iyileştirmelere rağmen beklentilere cevap oluşturamadı. Mollaların tüm kilit noktaları ele geçirmesi toplumda ciddi aksülamellere yol açtı. Muhaliflerin ifadesiyle Molla Rejimi, geçen kırk yıl süre içinde halkı memnun edecek büyük adımlar atamadı. Petrol Bakanlığı’nda da İrşat Bakanlığı’nda da mollaların duruma nezaret etmesi, birçok yolsuzluk dedikodularının yayılmasına yol açtığı gibi, ulemanın geleneksel saygınlığını da oldukça zedeledi.
 
Devrimden hemen sonra Humeyni’nin çağrısı üzerine Kum’da bir araya gelen beş büyük Ayetullah arasında yönetim anlayışı açısından ciddi görüş ayrılıkları vardı. Mollaların nasıl bir yol izleyeceği merak edilmekteydi. Bugün gelinen noktaya ışık tutar nitelikteki kritik toplantıda devrimin lideri Humeyni “yönetime bizzat nezaret etmeliyiz”. ‘’Bu nedenle Velayeti Fakih etrafında bir birlik oluşturmalıyız” tezini ileri sürdü.’ Velayeti fakih’ anlayışı biata dayalı Sünni halifelik anlayışına benzer bir tarzdı ancak liderin ulemadan olma şartı ayırıcı vasfı oluşturmaktaydı.
 
Toplantıda Ayetullah Mustafa Kazım Şeriatmedari ; “Devlet işlerine ulemanın fazlaca burnunu sokmasının uygun olamayacağını, devlet işlerinde görülebilecek aksaklıklardan dolayı mollalara ve onların şahsında dine ve dini kurumlara soğukluk oluşabileceği’’ endişesini ifade etti ve aktif siyasete mesafeli bir yol izlenmesini önerdi. Ayrıca “devrim gerçekleşti. Şah devrildi. Şimdi bize düşen ilim havzalarımıza çekilerek halkın uyandırılması noktasında asli işimizi sürdürmektir” dedi. Yönetim mutlaka sivillerden oluşmasının uygun olacağını belirterek Termodinamik Profesörü Mehdi Bazergan’ı başbakanlık için önerdi. ‘’Hükümetin iyi işlerini destekler yanlışlarına da karşı çıkarız’’ diyerek, yönetimde mollaların aktif rol almasının mahsurlarını ortaya koydu.
 
Devrim sonrası politikalarda İki görüş sürekli çatıştı. “İslam için İran “. “İran için İslam”. Birinci görüşü savunanlar; İran İslamiyet için ve İslam Dünyası her şeyini ortaya koymalı.” İkinci görüşü savunanlar ise; ‘’İran’ın huzuru, güvenliği ve birliği için İslam’dan yararlanalım. Dünyaya nizamat vermek zorunda değiliz.’’ Anlayışını savunuyordu.
 
Velayeti Fakih olarak Humeyni’nin ilanından sonra, geleneksel diğer bağımsız dini merciler baskı altına alındı. Bağlılığı reddeden mercilerin, mali kaynakları ve bağlı vakıfları müsadere edilerek “Velayetin ” güçlü otoritesi sert bir biçimde hissettirildi. Velayeti Fakih anlayışını şu ya da bu şekilde eleştirenler devrim karşıtı, Amerika yanlısı olarak sunuldu. Bu durum geleneksel Kum ulemasıyla yönetimin arasının açılmasına yol açtı. Halen bu mesafe kapanmış görünmemektedir.
 
Sokak gösterilerinde sıkça tekrarlanan “Merk ber Amrika”(Amerikaya ölüm) sloganı ‘Büyük Şeytan’ Amerika’ya birikmiş büyük bir öfkeyi ifade ediyordu. Bu öfke, İran’ın kaynaklarının sömürülmesine, baskıcı Şah Rejimi’nin ayakta tutulmasına, İran toplumunun fikir ve düşünce hürriyetlerinden mahrum edilmesine, Savak ajanlarının evin hapishanesindeki cinayetlerine ve İsrail’in Müslüman onurunu zedeleyen Kudüs dâhil bölgedeki kanlı işgallerine kadar İslam coğrafyasındaki tüm olumsuzluklardan sorumlu saydığı Amerika’ya milletçe bir tepkiydi. Zaman zaman bu tepkinin harekete geçirilmesi anlaşılır bir tutumdu ancak; bir rejim meşruiyetini sadece geçmişin zulüm ve yanlışlarının çokluğu üzerine değil, getirdiği merhamet, sevgi ve adalete dayalı kurumlaşma üzerine bina etmeliydi. Nitekim İran’ın Humeyni’den sonra gelen halefi olarak gösterilen Ayetullah Montezari kendisiyle yapılan bir söyleşide, devrimin ilk yıllarında köklü adımlar atılamayıp bol bol slogan üretildiğinden yakınacaktı. Çok geçmeden bu ve benzer görüşleri yüzünden gözden düştü ve uzun süre ev hapsine mahkûm edildi.
 
İran’ın yeni yönetimi, ABD ve Batı’nın kontrolündeki dünya siyasal ve ekonomik sisteminin dışına itilmesinin ağırlığını taşımakta zorlandı. Bu güçlerin içte ve dışta sosyal, kültürel, ekonomik ve siyasal baskılarına karşı, sert politikalar izlemeyi tercih etti. Her eleştiri veya seslendirilen her itiraz ‘zıddı ınkilabi’ ( devrim karşıtı) bir komplo olarak değerlendirildi. Bu durum ‘Hattı İmam’ diye tanımlanan rejimin çizgisini sırat köprüsünden daha dar bir çerçeveye oturttu. Devrimin paydaşları içinde İslami hassasiyetleri bulunanları da dâhil çeşitli gruplar darıltıldı. Muhaliflerin, meydanlarda, yazılı ve sözlü medyada görüş ve düşüncelerini ifade etme yolları tıkandı. Anayasa koruma Konseyi (Şura-yı Nigehban)Seçimlerde aday onaylarını karara bağlamaktaydı ancak, Velayeti Fakih’in atadığı altı kişinin kararları çoğu kez eşitlik ve adalet sınırlarını zorlamaktaydı. Halk bazı seçimlerde inadına, berber, terzi, işportacı sivil adayları mollaların önüne geçirerek tepki vermekteydi.
 
Öte yandan devletçi ekonomik politikaların ısrarla sürdürülmesi, kalkınmada hür teşebbüsün önünün açılamayışı yoksul kitlelerin iş ve aş sorununu ortadan kaldırmadığı gibi yoğun bir işsizler ordusunu ortaya çıkardı. Evlilik yaşı ortalama olarak otuz sınırını aştı. Rüşvet ve iltimas illeti boyutları muhalifler tarafından abartılsa da, sosyal bir yara olarak varlığını sürdürdü.
 
Devrim sırasında gönüllü hizmetleri görülen “Besic” (Devrim Muhafızları Ordusu ) güvenlik birimlerine dâhil edilerek kadroları şişirildi ve bu durum devletin ekonomik yükünün artmasına yol açtı. Başlangıçta devrimin oturması, güvenlik birimlerinin oluşması ve olası kaos ve karmaşa yanlılarına gözdağı veren bu güç bir müddet sonra anayasal bir çerçeve de kanunları uygulayan daha şeffaf ve hesap veren bir yapıya kavuşturulmalıydı. Devrim farklı görüşleri taşısa da, şiddete başvurmayan halkın’ korkusuzca yaşayabilinirlik imkânını’ bir lüks olarak görmemeliydi.
 
Sekiz yıl devam eden Irak-İran savaşı insan ve ekonomik kaynakların mahvına sebebiyet verdi. Öte yandan kırk yıldır Başta Amerika olmak üzere bazı Batılı ülkelerin uyguladığı ambargo halkı ekonomik yönden olumsuz etkiledi. Bu günde İran, bütçesinin ciddi bir kısmını ayırdığı askeri harcamalar, Yemen, Irak, Suriye ve Lübnan’da doğrudan askeri güç bulundurma yâda lojistik destekler sağlama tercihi nedeniyle ciddi ekonomik zorluklar yaşamaktadır.
 
Iraklı saygın Ayetullah Sistani’nin önerisiyle kurulan Kerbela, Necef ve Kudüs gibi Şii dünyasının daha hassas olduğu mukaddes beldelerin “Siyonist ve Amerikan tesirinden kurtarılması” gayesi için oluşturulan Irak’taki milis kuvveti “Haşti Şabi”ye destek olunması da ambargolarla bunalan Tahran yönetimine ciddi ekonomik külfet yükledi. Bütün bu zorluklar halkla yönetimin arasını açmakta zaman zaman halkın öfkeli gösterilerine sebebiyet vermektedir.
 
Öte yandan çok yönlü iyileştirme ve ilerlemeler yaşansa da sosyal alanda şehirli bir kısım kadınların istek ve arzuları tatmin edilmiş görünmüyor. Her şeye rağmen İranlı kadınlar devrimden sonraki kazanımlarıyla sosyal, kültürel, ekonomik ve siyasal alanda çok güçlü bir biçimde yer aldılar. Hatta parlamento ve sosyal hayatta etkinlik açısından Türkiye, Körfez Ülkeleri ve çoğu Doğu devletlerinden daha ileri kadın haklarına sahip oldukları söylenebilir. Devrime rağmen İranlı gençler, global dünyanın bir parçası olarak, Batı’nın kutsallarla mesafeli ve sınır tanımayan özgürlük anlayışının yoğun etkisinde kalmayı sürdürdü. Kadınlara çador denilen geleneksel İran çarşafı giyme zorunluluğuna tepkiler kesilmeden devam etti ve etmeye devam edeceği anlaşılıyor. İslam dünyasında Ulema ve aydınların Bilişim teknolojilerinin dünya’da kapalı rejim bırakmamasını da dikkate alarak bireysel özgürlüğün sınırlarını yeniden gözden geçirmesi zaruri görünmektedir.
 
Küresel iletişim kanalları ve Batı medyası toplumların kültürel dokusunu yapı-söküme uğratmakta, özellikle genç kuşaklarda kendi kültürel değerlerine yabancılaşma sorunu bütün şiddetiyle yaşanmaktadır. Küresel rüzgârlar inanç ve yaşam tarzları farklı, başkalaşıma açık, kalplerinin ritmi farklı atan kitleleri görünür hale getirdi. Silikon vadisinden pompalanan popüler kültür sinema, dizi, müzikaller, her yaşa hitap eden oyun ve eğlence sektörüyle sarmalına aldığı toplumları değer erozyonuna uğratmaktadır. Algı yöneticileri, farklı kültürleri bütün çeşitliliği ile servis etmekte ancak, din ve kutsallardan uzaklaştıracak zihin işçiliğini de ihmal etmemektedir. Kısacası haz, zevk ve eğlenceye dayalı popüler kültür, akla gelebilecek tüm marjinal yaşam tarzları ve felsefi boyutuyla geniş kitlelere servis edilmektedir.
 
Şark toplumlarında yeni olarak ortaya çıkmaya başlayan Batı’lı hayat tarzı, inanç ve eğilimlerde artan bu farklılaşma, en yeknesak görünen Suudi Arabistan veya Afganistan dâhil birçok İslam ülkesinin laikleşme sürecini tetiklemekte ve ‘Makul bir laiklik’ arayışlarını beraberinde getirmektedir.
İslam toplumları, modern ve geleneksel yaşam biçimi tercihleriyle ciddi bir bölünmüşlüğü yaşıyor ve bu ayrım derinleşiyor.
 
Ulema ve münevverler halkın farklılıklarla bir arada yaşamasının yolları üzerinde yoğunlaşması gerekmektedir. İslam bilginleri daha iyisini geliştirene kadar, her iki kesimi de dikkate alan, inançlara saygılı, farklılıkları tolere eden makul bir laiklik anlayışını gündemine alması zorunluluk haline gelmiştir. Dini yapısı itibarıyla İran, İslam coğrafyasında bu tecrübeyi sancısız uygulayabilecek potansiyel taşımaktadır. Şii İslam Okulu geçmişten günümüze devlete bağlı olmayan Özerk Medresesi, özgün örgütlenme biçimiyle yüce değerleri nesilden nesile taşımayı başarmış bir okuldur. Nihayetinde din gönüllü bir katılım ve son tahlilde kişisel arınma yoludur. Gönüllü katılımın bereketi ve etkisi daima kalıcı izler bırakmıştır. Yönetimde olduğu kadar muhalefette de güzel örnekler ortaya konabilir. Seçimle gelip seçimle gidilen, hukukun üstünlüğüne, temel insan haklarına dayalı, özgür basın, şeffaf yönetim ilkeleri etrafında, din ve vicdan hürriyetinin anayasal teminat altına alındığı ortak bir zeminde konsensüs sağlanabilir.
 
Doğu toplumlarının günümüzdeki ve yakın gelecekte ortaya çıkması muhtemel sorunlarıyla yüzleşme adına İran deneyimi, iyi bir laboratuar olmuştur. Kitleleri yönetme ve uluslar arası arenada siyasal, ekonomik ve kültürel olarak var olmanın zorluğu, ciddi bir bedeli olduğu anlaşılmış, iyi eğitilmiş, iki dünyayı kuşatan ruh zenginliğine sahip kadroların ne denli önemli olduğunu öğretmesi bakımından çok önemli bir deney olarak bakılabilir.
İran devrimin ardından yoğun bir uluslar arası baskıya uğradığından istenilen demokratik siyasal sürece katılamamış olması anlaşılabilir ancak, kırk yıl sonra bu alanda istenilen adımları atamaması, insan ve kadın hakları mevzuunda beklenen açılımı bir türlü yapamaması İran İslam devriminin iktidar sınavındaki karne notundaki kırıkları oluşturdu.
 
Öte yandan Şii –İslam’ın Velayeti Fakih yorumlarının insanların pratik sorunlarını çözmede yetersiz kalışı, bilişim, bankacılık, sigortacılık, ulaşım gibi uluslar arası kabullerle oluşan kurumlaşmalara karşı çözümlerin üretilme zorluğu, devletin yalnızlaşma problemine yeterli ve kalıcı çözüm bulunamayışı sistemin geleceğini olumsuz etkilemektedir. Oysa İran toplumu, tarihten günümüze güçlü kültürel birikimi, felsefi, dini alt yapısıyla ümit var olunacak bir potansiyele sahiptir. Bünyesinden İbni Sina’lar, Farabi’ler, Tusi’ler, Molla Sadra’lar , Şirazi’ler. Allame Taba Tabai’ler, Abdülkerim Süruç’lar çıkarmış büyük bir medeniyet merkezi niçin yeni ve güzel açılımların öznesi olmasın?

FİKRİKADİM

The ancient idea tries to provide the most accurate information to its readers in all the content it publishes.