/

Sağ sol, muhafazakar farketmez, “Batıya giden gemide doğuya bakan” insanlarız.

18 mins read
5

Sağ sol, muhafazakar farketmez, “Batıya giden gemide doğuya bakan” insanlarız.

Sağ sol, muhafazakar farketmez, “Batıya giden gemide doğuya bakan” insanlarız.

1 Mart 2021 Pazartesi günü Mustafa Everdi ile yaptığımız röportajı yayınlamıştık. Orada Mustafa Everdi’nin bir cümlesi dikkatimi çekti; “Soruya gelirsek, doğu kültürüne, batı medeniyetine –daha doğrusu tek bir medeniyete- dâhil olduğumu sanıyorum.” biçimindeydi. Ve ben cümleyi düzeltmem gerektiğini, bir tashih hatası olduğunu düşünerek “tek bir medeniyete dahil olmadığımı düşünüyorum” biçimine çevirdim.  Çünkü Everdi, dünyanın her yerinde geçerli değerler üretmekten bahsediyordu sonraki cümlesinde. Ama Hayır öyle değilmiş. Özelden sorduğum soruya “Hayır bir medeniyete ait hissediyorum kendimi” dedi. O medeniyet batı medeniyetiydi. Burası benim için çekici bir tartışma alanı olarak kendini gösterdi. Çünkü görebildiğim kadarıyla Everdi’nin tartıştığı, yazdığı hiç bir konu batıya ait değildi. Ve yazdıklarını kaç batılı, seküler okuyup kendinden görebilirdi. Ben de bu soruyu Hasan Boynukara Hocaya sordum. Çünkü Mustafa Everdiye  “Doğu-batı,dün-bugün, geleneksel-modern meselelerinde kendini nerede görüyorsun? Bu meseleleri nasıl ele almalıyız?” sorusunu o sormuştu. İşte Hasan Hoca’yla bu minvalde yaptığımız röportajın detayları….

Mustafa Everdi sizin yönelttiğiniz “Doğu-batı,dün-bugün, geleneksel-modern meselelerinde kendini nerede görüyorsun? Bu meseleleri nasıl ele almalıyız?” bu soruya kendisinin batı medeniyetine ait olduğunu ifade ederek cevaplıyor. Oysa görebildiğim kadarıyla tartıştığı konular “Doğu veya İslâm” toplumunun sorunları. Ve batı denince akla seküler bir medeniyet gelir. Acaba Everdi’yi kaç seküler okur ve onu batıdan biri görür. Bu konuda değerlendirmeniz nedir? Son dönem muhafazakar aydınların bu “aydınlama” sürecini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Neredeyse bir asırdır aydın kimdir, kim değili tartışıyoruz. İster Ülgener gibi bu işi Tanzımat’a kadar götürelim, ister daha gerilere, günümüzde kelime, hala,  Cemil Meriç’in deyimiyle, kaypak, geçirgen.  Sosyal bilimlerin en büyük handikapı; tanım sorunu. Fen bilimlerinde olsa “bu mantardır, bu mikroptur, bu virüstür…” der çıkarsınız işin içinden. Hal böyle olunca herkesin farklı bir aydın tanımı çıkıyor ortaya. Herkes kendi müktesebatı, eğitimi, meşrebi, inancı çerçevesinden bakıyor. Birinin aydın dediğine öteki pekala cahil, hatta hain diyebiliyor. Ben, aydına kırmızı çizgileri hesaba katmadan düşündüklerini ortaya koyan kişi olarak bakıyorum. Bu da özgürlüğe tekabül eder. Dini, milli, politik reflekslerle, sınırlayıcı referanslarla yazıp çizen biri, kavramın içini doldurmaz diye düşünüyorum.  

Mustafa Everdi  nerede duruyor mesela. Doğuda mı Batı da mı?

Everdi’nin çıkışı biraz  tepkisel. Tepkisi Doğuya değil, “doğululara”, “şark kafası”na,  özellikle “muhafazakârlara”.  Biraz Nurettin Topçu’nun gösterdiği tepki gibi. Everdi’nin yaşadığı ve tutunduğu değerler doğuya ait. Onları boşlamıyor. Hareket noktası orası ve savunduğu değerler de doğuda fazlasıyla var. Şikâyeti ne? Bu değerlerin hayata geçirilmiyor olması, sürekli suistimal ve istismar edilmesi. Bunlara tanıklık edip içinden geldiği gibi yazamamak ve konuşamamaktan rahatsız.  Everdi üzerinden bir aydın tipolojisi yaratılabilir mi? Neden olmasın

Türkiye’de aydınlarda bir sapma var sanki. Aydınlanmanın kriterleri değişti mi?

Türkiye’de aydın var mı yok mu tartışması en az aydın olmak ne demektir sorusu kadar tartışılan bir konu.  Buraya, yani tarihe fazla girmeyelim. “Aykırı” tipler üzerinden yürürsek, geleneksel aydın tipolojisinden bir sapma görüyoruz. Sorgulayan, yetiştiği kültürü, eğitimi, sosyal ve politik yapıları, miras bırakılan inançları  eleştiren ve kendisiyle yüzleşen/hesaplaşan insanlar var. Dücane, Yaşar Nuri vs. gibi. Bunların artısını eksisini konuşabiliriz ama en azından alışık olduğumuz “mütedeyyin aydın” formatından oldukça farklı insanlar.  Bunu basitçe ünlenmek olarak etiketlemek haksızlık olur.  Bence Everdi’yi de bu sınıfa sokmak mümkün.

Malum, ülkemizde gücünü ve icazetini devletten almayan, dönemin egemen ideolojisince onaylanmayan birinin aydın olma şansı zayıf. Buna uymayanların nelerle karşılaştıklarını hepimiz biliyoruz; hapisler, cinayete kurban gitmeler, yasaklar,  üst perdeden kınamalar, hatta aforozlar.  Şu veya bu kaygıyla ya da korkuyla düşüncesini söyleyemeyen/yazamayan bir insanın entelektüelliğinden bahsedebilir miyiz? Hem bir Niçe’miz olsun istiyoruz hem de, sırtından sopayı eksik etmiyoruz. Niçe bu ülkede yazıp konuşsaydı belki de ebediyen sustururduk. Bizim için en zararsız aydın, domestik olandır. Yakın zamanda Atilla Yayla’yı ve  Mustafa Öztürk’ü hatırlayalım. Everdi hakkında da benzer şekilde tezviratlar yapıldığından haberdarız. Yerleşik anlayışa, statükoya dokunduğunuzda önce uyarırlar, sonra gereğini yaparlar. Bu yeni değil ki  İbni Sina, İbni Rüşd, Farabi bugünlerde yaşasalardı, sonuç farklı olmazdı; hepsi kafir olarak etiketlenir ve gereği yapılırdı.      

Geleneksel aydın tipolojisi “batıya ait olmak” değil mi Hocam? Tanzimattan günümüze kadar böyle değil mi? Bir bakıma Ziya Gökalp dahi batı milliyetçilik hareketlerini esas alarak bir Türk milliyetçiliği geliştirmiştir denemez mi?

Kılıçbay’ın güzel bir tespiti var; bizim ilk dönem aydınlarımız “misyoner aydındır” diyor.  Bu tipin önemli reflekslerinden biri “yeni düzeni” halka karşı korumak ve kollamaktır. Batıyı merkeze alan ve onun değerlerinin taşıyıcılığını yapan aydın tipidir bu; yenilmişliğin, çaresizliğin, kompleksliliğin neden olduğu travmatik bir tip!  Ve ne yazık ki bunlar ne Doğuya aittirler ne Batıya, ne Doğuya bir şey katmışlardır ne Batıya. İsimler üzerinden gitmek istemem. 

Ziya Gökalp konusu başlı başına ayrı bir konu. Oraya hiç girmeyelim. Ziya Gökalp “aydın” mıdır diye sorarsan, evet, derim. Bu, onun bütün görüşlerine katıldığım anlamına gelmez.  

Burada daha kronik bir sorun yok mu? 

Kronik, evet.  Dağılan bir İmparatorluk var, dönemin “aydınları” bir çıkış yolu aramaya koyulurlar. Kurtuluşu geçmişte, bırakılan mirasta arayanlar,  Batı’yı biatte arayanlar ve sentezciler. Neresinden baksanız  patolojik bir tablo var; hem Batıcılar, hem Osmanlıcılar hem de sentezciler açısından. Gelişmeler Batı yanlıları için galibiyetle sonuçlanınca, toplumsal yapı da buna göre şekillendi. Şimdilerde bu yapı hem sağ hem de sol tarafından sorgulanmaktadır. Bir kayıt düşmekte yarar var; Cumhuriyet aydını bana göre sığ ve militansıdır. Mesela öğretmen aydın ve ilericidir, savunduğu değerler çağdaş uygarlık değerleridir. İmam ve dindarlar gerici. Okur yazar ve batı değerlerini savunuyor, eskiye ait ne varsa inkar ediyorsan aydınsın! Bu kadar sığ bir bakış açısı, bir tanımlama olabilir mi?  

Ama sonuçta Mustafa Everdi ve diğer saydığınız isimler de kendilerini Batı medeniyetine ait hissettiklerini söyleyerek öğretmenlerini doğrulamıyorlar mı?

Biz, sağ sol, muhafazakar farketmez, “Batıya giden gemide doğuya bakan” insanlarız. Özdenören’nin deyimiyle “çarpılmışlar”ız. Doğuyu ve değerlerini ne kadar savunursak savunalım, hangimiz biraz batılı değiliz?  Bulunduğumuz nokta, Akif’in yaklaşık yüz yıl önce dile getirdiği noktadır. Bunu yadırgadığım için söylemiyorum. Artık ülkelerin saf, ödünçsüz, sadece kendine ait, eskilerin deyimiyle nev-i şahsına münhasır bir yapı oluşturması mümkün değildir. İyi tarafı şu; bizim de dünyaya söyleyeceklerimizin olması. 

Peki o zaman neden “batıya ait olmak” önemli.  Hem evresel olmak hem batıya ait olmak bir çelişki değil mi?

Batıyı bir coğrafya değil de bir anlayış olarak ele alırsak, yani üretme, hukuk, bilim, toplumsal örgütlenme, özgürlükler, kurumların işleyişi vs. olarak düşünürsek, ait olmakta bir sakınca yok. Ait olmak ayrı, teslim olmak ayrı şey. Kaldı ki bu ikilem “aydınlarımızın” bir çoğunda var; Tanpınar, Peyami Safa, Cemil Meriç…Öte yandan “gelişmiş” toplum olarak tanımlanan ülkelerin tamamında bir “batılılaşmışlık” ya da süregiden bir “batılılaşma” hala devam ediyor.  Fanon, Achebe, Ngugi gibi anti-sömürgeci yazarlar bile “evet batılılar çok kötülük ettiler ama bir şeyler de öğrettiler” deme noktasındalar.  

Bir Hollandalı vatandaşla konuşurken bana şunu dedi “Türkiye’de insanlar her batılıyı çok okumuş, kibar sanıyor. Oysa bizim de köylülerimiz var. Çok cahil, kaba insanlarımız var. Ben sizin köylerinizi gezdim çok kibar, çok açık fikirli, dünyaya çok meraklı insanlar. Ama nedense Avrupalı diyince hep böyle çok medeni insan sanılıyor Türkiye’de. Bu benim çok tuhafıma gitti” demişti. 

Soho’da, Red Light’da, Moulin Rouge’da çalışanlar da batılı. Bu anlayış gerilerde kaldı. 

“İslam’ın evrensel bir din” olduğunu iddiasında bulunan ama sonra Batı evrenselliğinden bahseden bir aydın profilimiz var?  Bu soruyu şunun için sordum.  Batı edebiyatında dinden beslenmek çok yaygın. Ama bizde dinden beslenmek bir propagandaya dönüşüyor. Ya da din düşmanlığına dönüşüyor? Neden böyle? Acaba bizim kronik batı hayranlığımız bununla ilgili bir mesele mi?

Fevkalade önemli bir tespit. Hardy, Tess’i adlı romaninda toplumsal bir soruna dikkat ceker; hiç bir suçu olmadığı halde kahyanın istismarına maruz kalır. İncil’e göre zina eden erkek veya kadın taşlanarak veya yakılarak öldürülür. Tess “zina etmiştir” ve cezasi bellidir. Hardy, kendi rızası dışında böyle bir “suça” maruz kalan kişinin masum olduğunu anlatmaya çalışır. Bunu yaparken Levilliler’den alıntı yapmaz, metne din boca etmez. Aynı konuyu Howthorne, The Scarlet Letter’da yapar. Burada da zina konusu işlenir. Yine doğrudan “dinimizde bunun hükmü budur veya değildir” gibi bir yargıda bulunmaz. Bir insanın yaşadığı bir dramı doğrudan dini referanslarla değil, dolaylı olarak ele alır. Dolayısıyla roman yerel/dini kalıpların dışına çıkarak “insanlık durumuna” ilişkin bir hikâyeye dönüşür.
Bizdeki örnekler (tabii ki istisnaları var, çok bariz bir biçimde birer propaganda formatındadır. Suç ve Ceza’da dini referans var mı? Var ama Hıristiyanlık propagandası yok. Huzur Sokağı ile Vurun Kahpeye’yi yan yana koyup okursak konunun özü ortaya çıkar. 

Bir yanlış algıya daha dikkat çekerek bitirelim. Bir konunun uzmanı olmak, hatta o konuda otorite olmak “aydın” olmak değildir. Hadis alimi veya kardiyoloji uzmanı olmak bizi aydın yapmaz.

Mustafa Everdi röportajı için tıklayın

Hayati Esen

In 2005, he published his first book "Why Sufism". Then in 2012, he published essays on theology, politics and art in various magazines and newspapers. In 2014, he founded the website fikrikadim. The website is published in Turkish and English. In 2023, he wrote a post-truth novel called "Pis Roman". He still publishes his articles on fikrikadim.