Süleyman Seyfi Öğün: Demokrasinin araçsallaştırılması

10 mins read

Süleyman Seyfi Öğün: Demokrasinin araçsallaştırılması

Süleyman Seyfi Öğün: Demokrasinin araçsallaştırılması
Süleyman Seyfi Öğün

Entelektüel dünyânın kâhir keseriyetinde demokrasinin teleolojik(amaçsal) bir değer olarak savunulması mutadtır. Doğrusu ben târihin bir amacı olmadığı kanaâtindeyim. Târihe teleolojik bir çerçeve kazandırmak Aydınlanmacı eksende gelişen ve felsefî olgunluğuna feylozof Hegel’in fikriyatı ile kavuşmuş olan eski bir ihtirastır. İnsanlığın yaşadığı tecrübeler ise bunun tam tersine düşündürecek sayısız olgularla yüklüdür. Ben daha çok, “târihsel imkânlar olarak bakarım amaçlara. Dahası; amaçlardan daha çok, amaçların nasıl araçsallaştığı ile alâkadar olmayı tercih edenlerdenim. Bu bakış metodolojik olarak, fikirlerle bağlamlar arasında ilişki kurmayı, fikirlere bâzı soyutlamalar olarak değil, târihselleşmeleri üzerinden bakmayı emreder. Bu bir bakıma teori-pratik ilişkisidir. Her târihselleşme süreci kaçınılmaz olarak, kimileri için “sapmalar” mânâsına gelen farklılaşmalar doğurur. İşte araçsallaştırmalar da burada tezâhür eder. Hâsılı fikirlerin târihselleşmesi, onların araçsallaştırılmasını, farklı sâikler üzerinden yeniden yorumlanmasını ifâde eder.

Okumaya devam et:

Rusya, Güney Kafkasya üzerindeki hakimiyetini güçlendiriyor

Çok defâ “sapmalar” olarak değerlendirilen, ama aslında farkılılaşmalar olan süreçlerin insanların algı ve değerleme dünyâsındaki yankısı bâzen iyimserlik bâzen de kötümserliktir. Meşreplere göre değişir bu. Kimi, süreçleri hayâl kırıklığı ile karşılar ve tâbir yerindeyse “dükkânı kapatır”. Hattâ bir devir ihtiraslı bir şekilde savunduğu fikirleri terk edip, tam zıt eksenlere savrulanlar az değildir. Bâzıları ise târihin iniş-çıkış, düşüş-kalkışlar içerdiğini; dolayısıyla mücâdeleye devâm etmenin gerektiğini düşünür. İyimserler kulübünün ortak niteliğidir bu. Onlar her tecrübenin öğretici-eğitici olduğunu, târihsel kayıplar kadar târihsel kazanımların da olduğunu ifâde ederler. Bu bakış ve değerlendirmeler trajik durumları ortaya koyan, Prometheus veya Sysiphos gibi efsâneleri çağrıştırıyor. Târih efsâneler üretir üretmesine; ama kendisi efsânelere pek sığmaz. Her târihsel kazanım olarak kurgulanan ve vurgulanan süreç aslında fikirlerin veyâ değerlerin araçsallaştırılmasından başka bir şey değildir. Yine unutulmaması gereken, insanlık pratiklerinde yatan büyük hovardalıklardır. Yâni insanlık belli bir târihsel momentte kazanım olarak sayılan kalemleri bir çırpıda elden çıkarabilir.

Demokrasi ideali de bu çerçevenin dışında kalmıyor. Kavramın yaşadığı târihsel serencamı düşündüğümüzde, onun ideallerinin şu veyâ bu seviyede hayâta geçirilmiş, başarılmış olmasından çok onun nasıl araçsallaştırıldığının ipuçlarıyla yüzleşiyoruz. Bir düşüncenin araçsallaştırılması ,kendi orijinal amaçlarından çok, başka sâikler için kullanılmaya başlamasını ifâde eder. Yâni onu artık kendi aklı değil, bambaşka akıllar idâre etmeye başlamış demektir.

Demokrasinin siyâsal aklın mahsulü olduğunu söylemek mâlûmu ilâm etmekten başka bir olmasa gerekir. Ama ben onu yöneten aklın siyâsal olmaktan çok; artık kaç kişi kaldık bilmiyorum ama, ekonomik bir akıl olduğunu düşünenlerdenim. Demokrasinin bir târihsel imkân olarak doğuşu; pratik alanını genişletip kurumsallığını büyük ölçüde sağlaması 20.Asır’da (1945-1989) oldu. Bunu, demokrasi için verilen mücâdelerin eseri olarak da değerlendirmiyorum. Eğer nükleer denge sağlanmasaydı, kapitalizmin mâhut buhranlarını aşmak adına veri ve kurulu olan senaryolar işletilmeye devâm ederdi. Rosa Luxemburg’un hârika tespitleriyle kapitalizm, kârın maksimizasyonu üzerinden üretim fetişizmi, yâni arz patlaması olarak tezâhür etti. Ama diğer yüzüyle, kârın maksimizasyonu adına emeğin ücretlerinin baskılanmasını dayatıyordu. Yâni kapitalizm arzı şişirirken tâlebi baskılıyordu. Buhran da kaçınılmaz oluyordu. 19.Asır’da bu yaman çelişkiyi savaşlarla çözdüler.

20.Asır nükleer dehşet dengesi sebebiyle bu döngüleri yeniden üretememenin sıkıntısıyla şekillendi. Farklı akıllara ve kendi aralarında muhtelif gerilimlere sâhip olan “devlet-ulus-sermâye” üçlüsü arasında târihsel bir ittifak kuruldu. Liberâl demokrasi olarak bilinen süreçler, “yeniden bölüşüm” ekseninde arz-talep dengesizliğini görece olarak başaracak bir âlet olarak çalışmaya başladı. İşçi sınıfının palazlanması, orta sınıflaşması bunun hediyesiydi. Ama bu tarz bir demokrasi, aynı zamanda kapsamlı bir rutinleşme ve bürokratizasyon doğuruyor, yabancılaşma târihi, yâni insanın kendi târihinin nesnesi olması süreçlerini derinleştiriyordu. Sermâyenin buna tahammülü de geçiciydi. Ağır vergiler ve emeğin mâliyetlerinin artışı, kendi asimptotunda kendisini sonsuzlaştırma güdüsüne sâhip olan sermâye aklının çok uzun süre tahammül edebileceği bir durum değildi.

Sosyal devletlerin mâlî disiplini ve ulusa dönük transfer harcamalarının artışı onun için kabûl edilemez gelişimlerdi. İlk fırsatta oyunu dağıtacaklardı. Bunu yaptılar da.. Ulusları ve devletleri çözmek, bozmak adına demokrasiyi yeniden târiflendirmek istikâmetinde herşeyi yaptılar. Elyevm yapmaya da devâm ediyorlar. Neoliberalizm, yeni demokrasi arayışları hep bu bozgunculuğun karşılığıdır. Yâni demokrasi 21.Asır’da başka tarz bir araçsallaştırmanın konusu oldu. Devletler ve uluslar ise buna sağ popülistik dinamikler üzerinden karşı koymaya çalışıyor. Sağ popülizmler demokrasinin çoğunlukçu, neoliberâl doğrultular ise onun çoğulcu tarafınI soğuruyor. Kavga “çoğunluksuz çoğulculuklar” ile “çoğulculuğa kapalı çoğunlukçuklar” arasında tezâhür ediyor.

Biden geldi; demokratik beklentiler arttı ya.. Bunları bir hatırlatayım dedim..

Kaynak link: 

FİKRİKADİM

The ancient idea tries to provide the most accurate information to its readers in all the content it publishes.

Leave a Reply

Your email address will not be published.

Comment moderation is enabled. Your comment may take some time to appear.