TOKİ, KENTSEL DÖNÜŞÜM, HATTÂ MEDENİYET (V)

15 mins read

Günümüz yerleşmeleri bir tekno-egemenlik altında, özellikle yaya olarak hareket eden insanın ortadan kalktığı bir manzara sergiliyor. Geleneksel yerleşmelerde, insanın ortalama hali, yaya olarak hareket etmekti. Bir işe, tarlaya, bahçeye yahut mesela köyden kasabaya veya şehre giderken at, eşek ya da bunların çektiği bir vesâite binilir; ama çeşmeye, komşuya, camiye, pazara, mezarlığa… yaya olarak gidilirdi.

Geleneksel şehirlerde insan görünürlüğünün bir biçimi, sosyal statülerin yerleşme mekânlarına yansımasıydı. Şehir sakinleri arasında statü farkları, her şeyden önce, yerleşmede mekânsal ayrışmalar biçiminde karşımıza çıkar. Gavur mahalleleri, çingene mahalleleri, alevi ya da sünni mahalleleri, etnik farklılıklar ya da göçe bağlı olarak ortaya çıkan muhâcir mahalleleri… geleneksel teb’a düzeninin ve kültür farklılıklarının mekânsal görünümleri idi. Bu ayrışma, anakronik biçimde günümüzün kamusallık ve “eşit vatandaşlık” kavramları ile değerlendirilecek olursa hem ayrımcılığın hem de ikinci sınıf insan yerine konulan nüfusların bir ifadesidir. Ancak, yerleşme mekânlarını konu edinen böyle bir çalışmada, amacımız, eşitsizliğin ve kamu yaşamından ayrıştırılmanın adil olup olmadığını ele almak değil. Hele hele insan görünürlüğü başlığı altında, asıl vurgulanması gereken, geleneksel toplumdaki farklılıkların görünürlüğüne karşılık, günümüz toplumunda hala varlığını koruyan kimi geleneksel farklılıklara ilaveten yeni ortaya çıkmış farklılıkların, yerleşme mekânlarında bir görünmezliğe bürünmesidir.

Geleneksel toplumda statü farklılıkları, kıyafetlere de yansıdığından yerleşme mekânlarında görünürlük arz ediyor; davranış ve ilişkilerde açıkça dışa vuruluyordu. Statü farklarının kategorik biçimleri, soya, yaşa ve cinsiyete göre aşağıda olanların ötekilere yol vermesi, saygı ifade eden davranışlar sergilemesi ile görünürlük kazanmaktaydı. Hoca, imam, müezzin, kayyum, hatip, vaiz, şeyh, halife, müftü, papaz, zangoç, haham, kethüdâ, ağa, muhtar, kolcu/jandarma/çavuş/onbaşı gibi figürler, statülerine göre hürmet görürdü. Bunlara ilaveten, daha çok bir hizmet ya da ihtiyaç için yerleşme mekânlarında görünen bekçi/bekçibaşı, çoban, tulumbacı, gezgin satıcılar, kalaycı, dilenci, bekar/yanaşma/hizmetkar gibi figürler de insan görünürlüğünü zenginleştiriyordu. Yerleşmede bir duyuru ya da haber için gezen tellâl, davulcu, okuyucu, postacı, destancı da, kolayca ayırt edilirdi. Yerleşme mekânlarında; abdal, meczup, külhanbeyi, esrarkeş, ayyaş, deli… gibi sıradışı figürler, yerleşmenin olağan bir parçası, “normal hayat”ın ibretlik insan numûneleri idi. Geleneksel hayatın bu statü ve figürlerinin günümüz toplumunda büyük ölçüde ortadan kalkmış olması, ayrı bir değerlendirmenin konusudur. Bizim bunlara “insan görünürlüğü”nün bir parçası olarak değinmemizin amacı, yerleşme ortamlarında geleneksel topluma özgü statü ve figürlerin görünürlüğüne karşılık, günümüz toplumunun sosyal topoğrafyasının yerleşme mekânlarındaki görünmezliğine dikkat çekmektir. Geleneksel statülerin ortadan kalkmış olması, sosyal statülerin kıyafet ve ilişkilerde görünürlüğünün kaybolması, günümüz toplumunda statü farklılıklarının ve sıradışı kişilerin yer almadığını değil, bunların görünmez hale geldiğini gösterir.

beyaz sokaklar

Geleneksel şehirlerde insan görünürlüğünün toplu biçimlerine, düğün/gelin alayı, panayır kafilesi, cenaze alayı, hacı karşılaması, yağmur duası… gibi etkinlikler örnek verilebilir. Bu toplu görünürlük biçimleri, kolektif bir onay ile karşılanır ve bu alay ve kafileler durumu müsait olanların katılımına müsait etkinliklerdir. Günümüz kent mekânlarında insan görünürlüğünün çeşitli toplu biçimleri ise kent sakinleri için genellikle “boğuntu verici” bir etkiye sahip. Kentin kalabalık yerlerinde gösteri, yürüyüş, eylem haberi, hayatı genellikle kâbusa çeviriyor. Buna eklenen bir şey de, belediyelerin festival vb. etkinlikleri. Geçenlerde TV’de haberini seyretmiştim; Üsküdar Belediyesi, “Sürre Alayları” geleneğini canlandırıyor. Tam bu alayın organize edildiği gün, eşi ile birlikte yeni doğan bebeklerini hastaneye götürmeye çalışan AK Parti’ye oy vermiş bir tanıdığım şöyle şeyler söyledi: “Arabanın camını açarak avazım çıktığı kadar küfredip lanet okudum. Polis de orada, bütün söylediklerimi duydu; kılı bile kıpırdamadı. Kardeşim, burası Üsküdar yahu! Etkinliği düzenleyen Turizm Bakanlığı ya da Büyükşehir değil; Üsküdar Belediyesi; yani bu adamlar burada mı yaşıyor, hayret ediyorsun! Üsküdar’ın olağan zamanlarda bile ne kadar hınca hınç bir trafikle boğuştuğunu bilmemeleri imkânsız. Buna bir de, her iş bitmiş, her sorun çözülmüş de, sıra ihya edilecek gelenekler için yol kapatmaya gelmiş gibi, alay ekliyorlar! Bu, insanlarla alay etmektir; zor oy veririm bir daha ben bunlara!”

Geleneksel toplumda insanların gerek münferit, gerekse başkaları ile birlikte, ya da toplu haldeki yaya görünürlüğüne karşılık, günümüzdeki yerleşmeler, yaya trafiğinin neredeyse imkânsız hale geldiği yerlerdir. Apartmanın, sitenin ya da iş yerinin dışına çıktığınızda, arabalara, dolmuşlara, toplu taşım araçlarına binerek hareket etmek zorundasınız; dolayısıyla günümüzde şehirler, tek başına ya da başkaları ile birlikte yürüyen, ayaküstü laflayan, ailece ya da kafadarları ile gezen insanları göremeyeceğiniz, bu haliyle insanın ortadan kalktığı bir ortam oluşturuyor. Bir zamanlar “Jetgiller” adlı bir çizgi dizi vardı. Ona telmihen söyleyelim, günümüz şehirlerini “Arabalıgiller İronisi” olarak nitelendirmek, çok da yanlış olmaz.

Sokaklarda, caddelerde, hareket halindeki araçlar neyse de, bu “Arabalıgiller İronisi”nde, yerleşme mekânları, bir de “ortalığa bırakılmış arabalar komedisi” sergiliyor. Sokaklar, caddeler, yol kenarları, kaldırımlar, sağlı sollu, bazen ikinci bir şeridi de işgal edecek şekilde otopark olarak kullanılıyor. Bazı sitelerin girişinde, “ikinci araç ve misafir aracı otoparka giremez” levhaları asılı. Bunları, sokağa, caddeye, yola park etmek zorundasınız. İnsanlar zaten sıkışık, apartman ve sitelere, işyeri binalarına boğulmuş yerleşme mekânlarında, ya yoğun trafikte zorlukla kımıldanıyor; ya da yoğun bir biçimde park edip yaya hareket alanlarını kapatarak kımıldayamamaktan boğuluyor. Arabaların boğulmasına mı üzülelim; trafikteki strese mi perişan olalım; kaldırımları, yaya güzergâhlarını işgal etmiş araçlar arasından kıvrıla büküle yürümeye çalışan yayaların haline mi “fırttıralım”; şaşırıp kalıyoruz.

Bir garabetler dizisi de, belediyelerin maymun iştahlılıkla orayı burayı “yayalaştırma”ları; evet, ama artık özellikle yayalaştırılmış alanları kullanma lüks ve ihtimali bulunanların neredeyse hepsi arabalı bir hayat yaşıyor; yayalığa mahkûm olanlar ise bu alanların çoğu zaman uzağındaki bir hayata yetişme telâşında. Bu demektir ki, o alanlarda yaya olarak hareket etme serbestliği kazandırdıklarınız çoğunlukla arabalı kişiler olduğundan, araçla hareketlerini kısıtlayarak onları yayalaşmaya zorluyorsunuz; arabası olmadığından yaya olarak hareket edeneler ise çoğunlukla o mekânlara uğramadıklarından, onlara da bir faydanız dokunmuş olmuyor.

İnsanın görünürlüğü açısından en dramatik gelişme, yerleşmelerin kentleşmiş alanlarında, çocuk görünürlüğünün ortadan kalkmış olmasıdır. Geleneksel yerleşmelerde, sadece hanenin bahçesi, avlusu gibi mekânlar değil, sokak, yol, çıkmaz, daracık, alan, meydan, boş arsa, cami avlusu ve pek çok yerin önü, çocukların serbest oyun mekânları idi. Çocuklar bu mekânları sahiplenir, yetişkinlerin oyunlarına engel olacak şekilde bu mekânları işgal etmelerinden rahatsız olurlardı. Şimdilerde “sokakta oynayan çocuklar”a, şehrin varoşlarında da şahit olabilirsiniz; ama buraların sakinleri, farklı bir yerleşme düzeni tarafından kuşatıldıklarını ve artık çocuklarını sokağa bırakma lüksüne sahip olmadıklarını ağır bedeller ödeyerek anlıyorlar.

Günümüzdeki yerleşmelerde ve özellikle de kent mekânlarında çocuklar, yetişkinlerin görünmez bir tasma ile dolaştırdıkları bağımlı canlılara dönüştüler. Okul ya da kreş bahçeleri, nadiren bu amaca uygun olarak düzenlenmiş parklar ve sitelerin oyun alanları dışında, serbestçe oyun oynayan çocuk görmek, neredeyse imkânsız.